21 Şubat 2014 Cuma

Özgür's Seven



Tarih: Ağustos 2013

…Şöyle bir etrafıma bakındım. Gerçekten de bu sessizlik hayra alamet değildi. Didem’le göz göze geldik. Bu bakışları çok iyi biliyor ve tanıyordum. Deliliğin bir önceki adımında edinilen türden bakışlardı bunlar. Zira elindeki plastik bal kabının kapağını açarak beni yanıltmadı. Hep beraber uçurumun kenarından atlamaya hazır gibiydik. Yiğit elinde mutfak malzemeleri, Çağatay ufak bir bıçak, Merve’yse ruhu kadar simsiyah bir poşet tutuyordu. Can’ın ise neyi tuttuğunu bilmek bile istemezsiniz. Derken ateşi harlayan kıvılcım elinde kocaman bir mutfak bıçağıyla aramızda belirdi. Bu haliyle seri bir katilden farksız görünen Özgür hepimize döndü ve:

“Hazırsanız başlayalım?”

-1 Hafta Önce-
Her sene tatile gitmeden önce yaşadığımız rutinleri burada tekrar yazmak istemiyorum. Özetle ben, Çağatay ve Özgür’un uygun bir ev bulmak için g*tünü yırttığı, Can ve Yiğit’in biz çılgıncasına ev ararken yanımızca sürekli olarak karı gibi mızmızlandığı bir arayıştı bu. Tek bir farkla, ekibin bu seneki evden beklentileri maddi gelirlerinde 10 liralık bir artış bile olmamasına, hatta geçen seneye oranla daha da azalmasına rağmen inkâr edilemez derecede artmıştı. Zira artık hiçbir evi, hiçbir tatil semtini, hatta hiçbir mobilya ve ev eşyasını beğenmiyorlar, Çeşme ve ya da Bodrum’un göbeğinde herkesin kendi odası, lüks eşyaları, kişisel banyo ve jakuzisi olan, denize sıfır ve günlük ücreti maksimum 60 lira olan şatolar istiyorlardı.

Büyük ihtimalle bu yazı bitince altında “Zaten Emre buldu salak evi aq” gibisinden hıyarca yorumlar göreceksiniz. Lakin bu kadar az para ödeyip 100 katı lüksünü istemeye yüzü tutmak da her baba yiğidin harcı olmadığından evi bulmak korkunç zor bir hale gelmişti. Ben, Özgür ve Çağatay’ın saatler süren arayışı, Can ve Yiğit’in saatler süren Playstation oynayışı sonucu maksimum 2-3 ev çıkarabilmiştik ki bu şerefsizler onların da hiçbirini beğenmemişti. Gelgelelim gerek Can ve Yiğit’in oturduğun yerden Playstation oynayarak harika bir yazlık ev bulunup ayarlanabileceğine dair inançları, gerekse tüm ekibin elini ultra yavaş tutması sebebiyle bu sona ayırdığımız üç yazlıktan da sadece bir tanesi müsaitti, o da ufacık da olsa bir havuzu olan, Kuşadası’nda tripleks bir yazlık. Zira bunca yıldır Didim’e o kadar çok gitmiştik ki yaklaşan belediye seçimlerinde adaylığımı koysak büyük ihtimalle de kazanırdık. Tabi tahmin edersiniz ki arayışın sadece ilk saatlerinde Didim’e gitmek istemediğim, sonra gayet de Didim’de ev aradığım, ilanlar başında saatlerimi geçirdiğim, hatta bu ev tek seçenek olduğu gerçeğine rağmen ihale şu an ne hikmetse bana kalmış durumda. Ama evlerdeki koltukların şekillerini, Karaburun gibi tatil beldelerini beğenmeyenler ve kılını bile kıpırdatmayanlar ise tamamen masum.

Öyle ya da böyle ev bir şekilde ayarlandı ve yola çıktık. Ama bir şeylerin çok ters gideceğini baştan anlamalıydık çünkü hem kimse gecikmediği gibi dalağı da patlamamış, hem de yolculuğumuz inanılmaz eğlenceli geçiyordu. Hatta serpme kahvaltı yapmak için oturduğumuz yerde o kadar çok güldük ki ben hayatım boyunca kesinlikle o kadar güldüğümü hatırlamıyorum. İnanın sırf üzerine apayrı bir yazı yazılabilecek kadar komik ve atraksiyonlu bir kahvaltı olmuştu. Lakin bilmiyorduk ki açlıktan dükkânın kolonlarını yiyeceğimiz o kahvaltı (teşekkürler Murat) felaketten önceki son dönemeçti.

Kahvaltı bitince ekibimizin halka ilişkiler sorumlusu Özgür, ev sahibini aradı yaklaştığımı haber vermek üzere. Ama adam kesinlikle Özgür’ün sorularına cevap vermiyor, anlattıklarını dinlemiyordu. Zaten genelde ev sahipleri Özgür’ün telefondaki sorularına cevap vermezdi (bkz. TatilGünlükleri#2: Bir Yol Hikayesi ). İçimize biraz kurt düşüp kemirmeye başlasa da yola çıktık ve bir şekilde adını s*ktiğimin Altın Kuş tatil sitesine dair bir iz bulduk. Lakin bulup bulacağımıza gayet pişman olduğumuz bir iz oldu bu, çünkü sahil yol ayrımının sağ tarafında kalırken siteye giden yol anasının *mına kadar içeri gidiyordu. Hâlbuki ev sahibi olacak pezevenk bize yazlığın denize oldukça yakın olduğu konusunda ısrar etmişti. Hangi türden bir gerizekalı denize yakın kilometrelerce kare alanlar dururken dağı oyup dibine yazlık kurardı ki? Lakin böylesi bir yazlık kaktırılabildiğine göre biz daha da gerizekalı olmalıydık.

Yavaştan midemize oturan taşla evi bulabildik. Gayet de denize uzak sayılabilecek, ıssız ve oldukça boktan bir siteydi burası, zira bizimkisi hariç çevremizdeki bütün sitelerin de kendi havuzu vardı. Ama biz havuzsuz olanı elimizle koymuş gibi bulmuştuk tabi. Arabayı sitenin önüne bırakıp adama telefon ettik. Yazlıkların birinden 50-60 yaşlarında, üstü çıplak, beyaz saçlı ve gözleri bomboş bakan bir adam bize doğru geliyordu. Zira bakışları öylesine boş ve anlamsızdı ki bunun tek bir açıklaması olabilirdi. Adamın kafası bildiğin Requiem For A Dream ya da Trainspotting filminden fırlamışçasına yüksekti ve saat daha sabahın 10’u falandı. Özgür hepimize dönüp “y*rrağı yedik beyler” bakışı attıktan sonra kafası Duman’ın vokalinden daha dumanlı adamı takip etmeye başladık. Lakin ne yazık ki korkularımız konusunda gene yanılmadık çünkü yaşları 30 ile 50 arasında değişen 3-4 adam bildiğin Duman grubunu çoktan evde kurmuşlardı.

“Kusura bakma Özgürcüğüm bayramda buradaydık da biz, eğlendik biraz, dağıttık. Ama sabah topladık evi.” dedi adam. Tabi ki her psikopat, otçu, keş, ayyaş ya da sorunlu adam olarak 6 kişilik ekipten sadece Özgür’ü muhatabı olarak alıyordu. Eve şöyle bir baktık. Görünüş olarak hiç de fena olmasa da temizlik ne kelime, evi bildiğin bok götürüyordu ve bariz biçimde Requiem For A Dream’in devam filminin çekimleri daha yeni bitmişti. “İsterseniz bir çıkın evi gezin” dedi ve biz o an ekip tarihimizin en moron, en gerzekçe, en beyinsizce, en özürlüce hatasını yapıp, alt kattaki salona güvenerek “Yok abi gerek yok” dedik ve parayı tıkır tıkır eline saydık. Onca yıldır akıllı geçinmemize rağmen aramızdan hiçbiri çıkıp da demedi ki “Abi n’olur s*ktirip gidelim buradan, başka ev bakalım”. Ama ne de olsa zavallı Çağatay zar zor yazdırdığı yıllık iznini iptal edemezdi ve ta Ankara’dan gelen Özgür’ün de başka bir fırsatı yoktu.

Parayı alan adamlar kaçarcasına gittiler. Biz de çaresiz evi dolaşmayı başladık. Evin yakın olduğu deniz bildiğin babaanne, dede, sarkık 100 kilo teyze plajlıydı ve Long Beach’e de yürüyerek 20dk mesafedeydi. Evdeki tek sorun bu olsa katlanabilirdik fakat ilk bomba derhal en üst kattan geldi ve Çağatay “Beyler buradaki kanepeye kusmuşlar!” diye seslendi. Hakikaten de küçük odanın içindeki kanepeye en fazla birkaç saat önce kusulmuş ve üzerine de bir bohça olduğu gibi koyularak kamufle edilmeye çalışılmıştı, silinerek değil. Daha bu şoku atlatamamışken bu sefer bir alt kattan Can bağırdı ve “Abi buradaki yatağa işemişler, sidik kokuyor bu oda!” dedi. Şaka olması için dua ederek bu sefer alt kata koştuk fakat şaka değildi. Yataklardan biri, dolayısıyla da oda buram buram sidik kokuyordu. Yatağın üzerindeki kurumuş Afrika kıtası şeklindeki sidik lekesini fizyo-terapistimiz Yiğit “Bu evde yatalak bir hasta varmış abi” şeklinde açıklasa da ben kişisel olarak yatağın direkt çöplükten alınıp eve getirildiğine inanıyorum.

Evdeki sorunlar, daha doğrusu yalanlar tükenmek bilmiyordu. Evdeki yatak sayısı adamın iddiasından çok daha azdı, ev belki de aylardır temizlenmemişti, denize uzaktı, eşyalar dökülüyor, ocak sorunlu, hatta televizyonun kumandası bile çalışmıyordu. Sağ da solda bırakılan ot ve sarma kalıntıları da cabasıydı. Ne yapacağımızı bilemez ve şok bir halde artık ne olursa olsun dedik ve evden vazgeçtiğimizi söyleyip paramızı iade etmesi için adama telefon ettik. Lakin adamlar İzmir yolunu yarılamıştı bile ve Özgür’ün tüm çabalarına rağmen “Siz halledersiniz abicim, seni seviyorum Özgürcüm, kusmadık biz, bok çük” diyerek durumu kabul etmiyorlardı. Durum çok açık ve netti, 10 yıla yaklaşan ekip tarihimiz boyunca en sağlam kazığımızı yemiştik. 

Lütfen samimiyetime inanın, bu durum öylesine sinirimi bozmuştu ki askerde başlayan anksiyetem tekrar nüksetmişti. Zira bütün askerliği bu tatilin hayaliyle canlı olarak atlatmıştım. Ve daha ilk gününden her şey boka sarmıştı. Vücudumu ateş bastı, halsizleştim ve elim ayağım düşmüş biçimde kendimi koltuğa bıraktım. Özgür ise paramızı geri almanın tek yönteminin İzmir’e dönüp adamları dövmek ve kalan günleri polislerle uğraşarak geçirmek olduğundan bahsediyordu. Anlayacağınız artık tecavüzden zevk almanın yolunu bulmalı ve en azından geri kalan günleri bok etmemeliydik. Hayat size limon veriyorsa limonata yapmayı öğrenmeniz gerekir derler ne de olsa.

Büyük şoku atlattıktan sonra işe giriştik. Bütün o çarşaflar tarihin ilk örneği olan çamaşır makinesinde yıkandı, sidikli yatak dışarı atıldı, bütün ev baştan aşağı temizlendi, alışverişler yapıldı, hatta playstation oynayabilmek için TV’ye kumanda bile aldık. 1-2 gün içinde şoku atlattıktan sonra da normale döndük. Ve inanın şimdi hepimiz o tatili gayet güzel anıyoruz çünkü sistemi oturttuktan sonra tatil gerçekten de acayip eğlenceli geçmişti. Murat’ın gelişi tatildeki kahkaha sayısını 8’e çıkarmış, inanılmaz gülmüş, çatlama derecesinde Playstation oynamış, Vampir-Köylü oyununu dostluğumuzun temelini sallayacak kadar ciddiye almış ve pek fazla kişinin eşlik etmektense evde uyumayı tercih ederek beni feci sinirlendirdiği sahil maceralarımızda acayip eğlenmiştik. Hatta ayıptır söylemesi tatilin son 3-4 günü ben ve Çağatay’ın hatunların da tatile katılması ikimizin adına tatili daha da bir ballandırmıştı, heh heh. Ama gene de hepimiz çok iyi biliyorduk ki ev sahibi olacak g*tverenden intikamımız çok acı olacaktı.

Nitekim tatilin son günü geldi çattı, bavullar toplandı ve hepimiz salonda topladık. Artık intikam zamanıydı…
Şöyle bir etrafıma bakındım. Gerçekten de bu sessizlik hayra alamet değildi. Didem’le göz göze geldik. Bu bakışları çok iyi biliyor ve tanıyordum. Deliliğin bir önceki adımında edinilen türden bakışlardı bunlar. Zira elindeki plastik bal kabının kapağını açarak beni yanıltmadı. Hep beraber uçurumun kenarından atlamaya hazır gibiydik. Yiğit elinde mutfak malzemeleri, Çağatay ufak bir bıçak, Merve’yse ruhu kadar simsiyah bir poşet tutuyordu. Can’ın ise neyi tuttuğunu bilmek bile istemezsiniz. Derken ateşi harlayan kıvılcım elinde kocaman bir mutfak bıçağıyla aramızda belirdi. Bu haliyle seri bir katilden farksız görünen Özgür hepimize döndü ve:

“Hazırsanız başlayalım?”

Herkes derhal noktasına görev noktasına dağıldı. Zira günlerdir bu intikamı Özgür’ün önderliğinde Ocean’s Eleven gibi profesyonelce planlıyorduk. Planımız belliydi: Eve bilerek yapıldığı belli olmayan, yanlışlık ve dikkatsizlik sonucu ortaya çıkmış gibi, kolay kolay tespit edilemeyen çeşitli zararlar vermek. Bu sebeple Çağatay elindeki ufak bıçakla mutfaktaki lavabonun altındaki boruya ufak bir kesik açıyordu. Böylece adamlar günlerce sorunun ne olduğunu anlamayacak, fakat mutfağı korkunç bir koku kaplayacaktı. Yiğit ise daha stratejik bir hamle planlamıştı. Şarap ve şişe açacakları, alkol bardakları, salata tabağı gibi ayyaşlar için yeri kolay doldurulamayacak pek çok malzemeyi dışarıdaki çöp tenekesine atıyordu. Bendeniz, adam evden çıkarken bütün eşyaları hırsızlığa karşı evin içine almamızı söylediği için masalar, sandalyeler, tekli koltuklar gibi pek çok eşyayı dışarı çıkarmakla meşguldüm. Özgür ise daha net çalışıyor, çamaşır makinesi ve elektrikli duşun su borularını arkadan olduğu gibi kesiyordu. Diğer yandan gene adam uyarmış olmasına rağmen devir-daim motorunu hiç çalıştırmadığımız ufak havuzun rengi artık yeşile dönmüş ve resmen yosun tutmaya başlamıştı. Umarız tabi ki içeri almadığımız motoru da hurdacılar çalmıştır.

Tabi kızlar ise bizim kadar merhametli değildi. Didem eline aldığı bal kabını adeta bir bal tabancasına çevirmiş, mutfağın çeşitli bölgelerine seri biçimde acımasızca ateş ediyordu. Hedef olarak da dolap ve buzdolabı kapakları, tezgâh üstü, koltuk arkası gibi insanı çileden çıkartacak kilit noktaları hedef almıştı. Büyük ihtimalle birkaç gün içinde mutfakta büyük bir karınca medeniyeti kurulacaktı. Merve ise pek çok kadın ped’ini klozete atıp sifona çekmekle meşguldü. Böylece kısa sürede tuvaleti tamamen tıkamayı başarmıştı. Bu da tuvaletin suyunun taşacağı ve eve en azından 300-400 liralık masraf çıkacağı anlamına geliyordu. Lakin iki kız bununla da yetinmemişler ve dolabın fişini çekip içine kısa sürede bozulup kokacak bilumum gıda malzemelerini de yerleştiriyorlardı. Ben ve Çağatay gerçekten kimlerle beraber olduğumuzu aslında o gün öğreniyorduk.

Asıl bombayı ise en sona saklamıştık: Günlerdir sıçmayan Can. Zaten kokudan zehirlenmemek için bu işlemi en sona bırakmak zorundaydık. Herkesin üzerine düşen görev hallolunca Can vakur bir tavırla Merve’nin tıkadığı üst kattaki tuvalete girdi. Çok değil birkaç dakika sonra üst kattan aşağıya gelen koku öylesine yoğun, öylesine pekti ki Can’ın görevinin hakkını verdiği ziyadesiyle belli oluyordu. Hepimiz kokuya daha fazla dayanamayıp evden mutlu bir şekilde kaçıştık. Çünkü biliyorduk ki Can’ın tıkalı tuvalette bekleyen biyo-kimyasal boku birkaç gün içinde mutant bir canlıya dönüşüp evi gezmeye başlayacaktı. Günlerce Can’ın dışkısının beklediği eve girecek olan kişiye düşmanım bile olsa Allah sabır versin gerçekten.

Bu son ölümcül darbeden sonra kapıyı çekip çıktık. Lakin büyük bir aptallık yapmıştık: Anahtar hala içerideydi. Anahtarı da adama teslim edeceğimizden mutlaka geri almamız gerekiyordu. Birkaç dakika boyunca ne yapmamız gerektiğini düşündük, zira bu ibnenin evine çilingir parası vermek bile haram sayılırdı. Gelgelelim bunu da bir fırsat bilen Özgür kısa sürede evin dışındaki ince metal kirişlere tırmanıp, hepsini ağırlıyla bir güzel büktü ve balkondan içeriye girdi. Balkonu kilitlemeyerek ne büyük bir iş yapmış olduğumuzu o an anladık. Lakin Özgür evin içinde olmasına rağmen Çağatay boş durmadı ve şaşkın bakışlarımızın arasında kenardan kaptığı kazmayla aşağıdaki sürgülü kapının kilidini hayvan gibi söktü. Bildiğiniz bir aksiyon filmi sahnesinden farksızdı. Çağatay’ın kilidi parçaladığını gören Özgür salağa döndü ve anahtarla beraber Çağatay’ın açtığı kapıdan dışarı çıktı. Nihayetinde parçalanmış kilidi yalandan yerine oturtup mutlu mesut biçimde yola koyulduk. İntikam tamamlanmış, evin adeta *mına koyulmuştu. İnanın anlatmayı unuttuğum daha pek çok zarar da olabilir.

En sonunda “Acaba daha eve nasıl zarar verebilirdik ki?” konulu hararetli yolculuğumuzun ardından İzmir’e geri döndük. Biraz sonra anahtarı *rrospuçocuğuna geri teslim edecektik ve eğer elektrik parası konusunda ısrar ederse de kesin olarak dövecektik, kararlıydık. Size yemin ederim ki benim gibi ultra peygamber sabırlı bir adam bile adamı dövmek için yanıp tutuşuyordu. Tabi adam şanına yaraşır biçimde utanmadan elektrik parasını da  istedi ama sağ olsun Özgür birkaç akıl oyunu, biraz “Abi biz seni çok sevdik, evi seneye de tutacağız” ile adamı caydırmayı başardı. G*t herif gene de “Hafta sonu gideceğim yazlığa, faturayı ben size yollarım” gibisinden şeyler mırıldansa da he diyip oradan ayrıldık.

Lakin işin ilginç tarafı şu: Evin resmen avratını s*kmiş ve üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen bizi hiç kimse geri aramadı, ulaşmaya falan çalışmadı. Hem de elinde bal gibi telefonumuz olmasına rağmen. Peki, bu adam yazlığa bir daha hiç mi gitmemişti? Halbuki daha yazın bitmesine çok vardı. Yoksa evin halini görünce kalp krizi geçirip ölmüş müydü, işte bunları gerçekten merak ediyoruz. Ama bence işin açıklaması tam da Özgür’ün düşündüğü gibi:

“Bence adam evi gördü ve alması gereken mesajı aldı beyler…”

Not: Bu seneki yaz tatili çok ilginç olacak. Çünkü Çağatay askerde ve izin alıp gelmezse tatilde yer almayacak. Ayrıca ben ve Özgür de gerçekten yoğun çalıştığımız için sizin anlayacağınız ev bulma işi Can ve Yiğit’e kalıyor. Bakalım uzanıp karı gibi mızmızlanarak ev ayarlanabiliyor mu hep birlikte göreceğiz. Zira sorunun cevabını öğrenmek ve ilk fırsatta orospu gibi tepelerine binmek için g*tlerinin dibinde olacağım. Sevgilerle...