29 Nisan 2011 Cuma

24 Nisan Vakası(Dünya Babayı Alanlar Günü)

Not: Kıymetli okur, az sonra okuyacaklarınız bir acıtasyon, bir kara mizah unsuru ya da bir serzenişten ziyade belirtilen tarihten itibaren her yıl tüm dünyada coşkuyla kutlanacak olan özel bir günün doğuş öyküsüdür. Bir nevi size ibret-i alem olacak tarihi bir destan, her sıkışıldığında başucu kaynağı haline getirelecek kıymetli bir eserdir. Ayrıca kişilik haklarına duyduğumuz saygıdan öyküde adı geçen bayanların isimlerinin yalnzca baş harfleri kullanılacaktır. Hepinizin şimdiden "24 Nisan Dünya Babayı Alanlar Günü"nüz kutlu olsun!

Tarih: 24 Nisan 2011

Uzun süredir başımın belası olan yalnızlığım, nihayetinde kuzenimin almancı bir arkadaşının sene başında beni feysbukta görüp tanımak istemesiyle son bulmuştu. "Ulan taa Almanya'daki karıyı napçan?" dediğinizi duyar gibiyim kıyemtli okur, ama bende aynı korkuyu duyduğum için tanışır tanışmaz ancak buraya gelecekse aramızda birşeyler olabileceğini belirtmiş, çok şükür ki "Şubat'ta iki haftalığına, Nisan'da da temelli olarak İzmir'deyim" yanıtıyla rahat bir nefes almıştım. Yani geriye sadece her geçen gün daha fazla etkilendiğim, hatta çevremdeki bütün dostlarıma habire "Lan buraya gelse kesin çok ciddi gider bu ilişki!" dediğim M'yi 1-2 ay kadar beklemek kalıyordu. Ama olsundu, msn ve teleofondan tanıdığım kadarıyla bu süre bu kızı beklemeye yeterdi, iki ay sabredebilirdim.

Ne var ki tanrı yeni bir Spartacus bölümü gibi müthiş kurgusunu çoktan hazırlamış ve izlememiz için yayına koymuştu. Kızın temelli olarak Türkiye'ye dönüş tarihi bir anda Nisan 2011'den Şubat 2012'ye kadar kaydı. Evet değerli takipçi, tamı tamına koca bir yıl! Hatta inanın o tarihte bile gelişi kesin değildi. Tabii uzaktan ilişkinin ne kadar boktan ve zor olduğunu daha önce test etmiş biri olarak bunu ikinci kez yaşamayı kabul etmem mümkün değildi, ki zaten daha kızla bir kere bile yüzyüze gelmemiştik. Zaten en başından beri biliyor olduğu bu düşüncemi tekrar M'ye sundum ve beraberce o İzmir'e taşınana kadar normal arkadaş olarak kalma kararı aldık. Tabi ilişkiyi böyle sürdürelim desem M'nin direkt kabul edeceğini biliyordum, çünkü kızlar için ilişki bırakın farklı ülkeyi, paralel boyutlarda olduğu sürece bile yaşanabilirdi. Arada bir telefonda sesini duymak ve msn'de boş muhabbet yaparak yıllarca sentetik bir ilişki sürdürebilirsiniz kızların %95'iyle. Yalan mı?

Daha önceki blog yazılarında da olduğu gibi, tamamen dürüst olacağım. Ayrılma kararı almış olsak da M'yi tamamen kalbimden silememiştim. Buraya gelmesi için hergün dua ediyor hatta salak salak böyle birşey olursa ilişkinin evliliğe bile gidebileceğini düşünüyordum(Dalga geçmeyin), tanıdığım insan profili buna değebilecek düzeydeydi. Ama nedense M, bu güya iyi arkadaşlar olarak kalma kararını beraber almış olmamıza rağmen bana her geçen gün daha kötü davranıyor, resmen saygısını yitiriyordu. Söylediği sözler yavaş yavaş hakaretlere, laf sokmalara, bariz bir öfkeye bıraktı. Bildiğin Alien'a dönüşüyordu kız ya "Squeeek, squeeekk" diye diye. O bir ay önce tanıdığım tatlı, sevimli, güleryüzlü, saygılı kız nereye gitmişti birdenbire?

Nihayetinde tarihe geçeceğinden habersiz olduğum 24 Nisan sabahı geldi. Kötü hiçbirşey yapmamış olmama rağmen aramızın 3 gündür çok kötü olduğu M'ile msn'de denk geldik. Tamamen çıldırmış gibiydi. Bir anda benim hiç güven veren bi erkek olmadığımdan, bununla sadece cinsellik için beraber olmak istediğimden(Almanya'da olmasına rağmen!), inanılmaz derece baskıcı olduğumdan, kadınlara zerre saygı duymadığımdan, onu sevdiğime dair hiçbirşey yapmadığımdan, hatta ve hatta güven bile vermediğimden çılgıncasına bahsedip resmen yüzüme çemkiriyordu. Aslında Tecavüzcü Coşkun'un ta kendisi olduğumu o gün öğreniyordum, ben yalnızca farkında değilmişim çift kişilikli olduğumun! İnanın 24 yıllık hayatımda bundan daha büyük bir haksızlığa uğramamış, bu kadar büyük bir nankörlük görmemiştim. "Eğer burda olsaydın ve herşey güzel gitse evlenirdik bile belki!" diye yüzüne bile dediğim, bu fikri tüm dostlarıma tek tek anlattığım(dolayısıyla benimle müthiş t*şak geçtikleri), annemle tanıştırıp "kızım" diye konuştuğu, hatta teyzemlerin ve anneannemlerine bile "Alamancı gelin" olarak bildiği kız, şimdiyse benim ona ciddi ilişki konusunda zerre güven vermediğimi iddaa ediyordu. İnsanlık tarihi böyle bir nankörlük görmemişti. İbrahim Tatlıses'in "Nankör Kedi" şarkısını nasıl yazdığını inanın o an çok iyi anladım kıymetli okurlar.

Tabi bu duyduklarım kendisine karşı hissettiğim bütün güzel hislerin de sonu oldu. Kendisine sadece "Yazıklar olsun!" diyip yaşadığım şokla annemin ve abimin meraklı sorularıyla sinir krizi geçirmeden önce derhal evi terk ettim, yoksa öfkeden delirebilirdim. Bu tarihe altın harflerle yazılan haksızlığı üzerimden atabilmem için çok acil oksijene ihtiyacım vardı. Hemen Ersen ve Ali'yi aradım ve kitap fuarında buluşmak için sözleştik. Bu şekilde biraz kafa dağıtabilirdim. 24 Nisan aynı zamanda kitap fuarının da son günüydü. Buluşup hep beraber gezip, tüm harçlıklarını Uykusuz standında harcayan liselilerle t*şak geçtikten sonra Ersen "Abi sana söylemem gereken birşey var ama bi yere oturalım önce" dedi Ali'ye. Sanki birinin ölüm haberini verecek gibiydi ve haberi duyan teyze 150 kilo olarak yere yığılıp küçük çaplı bir deprem yaratmasın diye önlemini önceden alıyordu.

Hep beraber karışık sandviç yapan bir yere oturduk ve Ersen 2 gündür içinde taşıdığı zehiri yavaş yavaş akıtmaya başladı. "Abi İzmir'e gelmeden önce D'yi gördüm. Bişiler söyledi" dedi. D ise Ali'nin yeni yeni filizlenen ilişkisiydi, ergenlikten çıkışının ilk adımıydı. 1-2 ay içerisinde tamamen entelektüel olarak bir bağ kurmuşlar ve hiç kopmamışlardı. Gün içerisinde birbirlerine sayısız mesajlar atıyorlardı, ki inanın Ali'nin bi kıza bu kadar vakit ayırması bilimsel olarak imkansıza yakındır. Ama Ali resmen D'yi seviyordu, D'de onu. Ali İstanbul'a gidip yüzyüze geldikleri an ilişki başlayacaktı resmen. Ama allahın belası Ersen susmadı, sözlerine devam etti: "Abi onu senden soğutmamı istedi D" dedi. "Niye ki lan?" sorusuna aldığımız cevap ise tüyler ürperticiydi:"Abi sanırım uzaktan bi sevgili yapmış kız, onu bu aralar pek aramayacakmışsın ama bunu sen duymamalıymışsın. Ama ben sana söylemeyi uygun buldum"...

İşte şimdi bütün taşlar yerine oturuyordu. 2 aydır Ali'nin mesajları olmadan yaşayamayan, hatta bu mesajlarla dostum dediği mahlukatlara bile sırt çeviren kız, bir haftadır "Seni beni idolize ediyosun. Benim bir sürü hatam, yanlışım var. Gerizekalıyım, embesilim ben. Noob'um" diyerek aptalca bir soğutma çabasına girmişti. Ve demek ki sebebi de buydu. En başından beri "Ben uzaktan ilişkiye kesinlikle karşıyım!" diye Ali'nin kafasını haftalardır s*ken D, Ali'yle konuşurken uzaktan muhtemelen daha animeci daha asi başka bir türk genci ayarlamıştı. Ama bunun ortaya çıkmaması için de ihaleyi onun üzerine yıkmaya çalışıyordu. Tanrının planı gene müthiş bir kusursuzlukla işliyordu. 24 Nisan günü itibariyle ben ve Ali resmen babayı almıştık.

Tabii ben ve biricik dostum Ali'nin öfkeden çılgına dönmüştük üzerine kutsal mekanımız Sardunya's a gitmeye karar verdik. Orda bir süre alkollü bir boş muhabbet yaptıktan sonra sakinleşebilirdik belki. Yerimizi aldık ve kadın ırkının sülalesine saydırmaya başladık. Ama Ali'nin gözleri seri katil gibi bakıyordu. Sigaraları paket paket, biraları şişe şişe deviriyordu. O an yanında Can'da olsa bütün Sardunya's da oturanları öldürebilir, yetmeyip yoldan geçenlerin kafalarını götlerine de sokabilirdi tek tek. O yüzden biz o an Can İstanbul'da olduğu için tanrıya şükrederken(görün ne kadar iyimseriz, buna bile şükredebiliyoruz) o ise kusursuz planını ince ince işlemeyi sürdürüyordu.

Derken Ersen'in götün götün kıpraştığını fark ettik ve "Noluyor lan?" dedik. Bir günde Ali'nin tillahını siken allahsız Ersen anlatmaya başladı. Bu sabah buraya gelmeden önce liseden beri hoşlandığı S'ye en sonunda açılmış ve bu konuda kıza upuzun bir mail atmıştı. Heyecan içinde de cevap gelmesini bekliyor, cep telefonuyla da habire feysten gelen kutusunu kontrol ediyordu. Türk spor medyası tabiriyle Şampiyonlar Ligi kura çekiminde Manchester'i çekip ateşe düşmemek dua ediyordu. Nihayetinde bu gergin bekleyiş kızın cevap mesajıyla son buldu, yoksa Ersen bu heyecandan kanser olabilirdi. Ki kendisi zaten y*rak gibi bir gen havuzuna sahipti.

Telefonunu bize vermeden maili okumaya başladı. Peki cevap ne mi olmuştu? Ersen Manchester United yerine Messi'li, Pique'li, Puyol'lu Barcelona'yı çekmişti! Ersen onun için yalnızca çok iyi bir arkadaştan ibaretti. Gerektiğinde kendi resmini çizdirttiği, gerektiğinde ona bok gibi davranan sevgilileri için hüngür hüngür ağladığı acı paylaşma adamıydı. Bu yüzden aralarında asla bir ilişki olamazdı, bunu hiç yaşanmamış saymak en iyisiydi. Kıymetli okur burada özel bir parantez açmak istiyorum, eğer bi kızın beş para etmez sevgilileri için ağlayıp dert yandığı adamsanız o kız iki dünya bir araya gelse, bütün evrende bi tek ikiniz kalsanız bile size asla vermeyecek demektir. O yüzden de size yumoş ayı muammelesi yapıyordur. Nitekim Ersen'in şu an yaşadığı durum bunu gene bilimsel olarak ispatlamıştı, beraberken ne kadar çok iyi vakit geçirmiş olurlarsa olsun. Ersen onun sadece oyun arkadaşıydı.

Artık çıldıran adam sayısı üçe çıkmıştı. O gün sadece üçümüz buluşmuş ve üçümüzde babayı almıştık. Halbuki o gün bizle buluşmayan Çağatay ve Can sevgilileriyle aşk diyarlarına püfür püfür yelken açarken biz ise Sardunya's ta kollarımızı milletin götüne sokmanın hayallerini kuruyor, fütursuzca "Anneler hariç bütün kadınların g*tüne koyim!" diye küfrediyor, dertleniyorduk. Ki Yiğit bize tam ders çalıştığını iddaa etse de şu an kesin eve attığı kızlarla grup seks yapıyordu, buraya bugün gelmediği için çok belliydi. 24 Nisan bugün buluşan bu üç adamın resmen g*tüne koymuştu. Saatler süren sinir krizlerinin ardından beraberce bu günü dünya çocuklarına armağan etmeye karar verdik ve 24 Nisan'ı "Dünya Babayı Alanlar Günü" olarak tüm dünyada ilan ettik. Artık her yıl bugün tüm dünyada şenliklerle kutlanabilirdi.

Bu müthiş günü kadın ırkının ebesine küfrederek saatlerce kutladıktan sonra şenliklere devam etmek üzere Half Life oynamak için internet kafeye gittik. Resmen sadece İzel konseri eksikti şenliklerde! 1,5 saat Half Life oynadık, birbirimize roket attık, böcek fırlattık, alarma basıp yavşak yavşak bekledik, yere mayın dizdik, şarjlı silahla havaya zıpladık, kof kahkahalar attık ve oyunun tadını çıkardık. Kafeden çıktığımızdaysa tamamen arınmış durumdaydık. 24 Nisan şenliklerinin kapanış gösterisi olmuştu Half Life. Ruhumuzu temizlemiş, sakinleştirmiş ve tekrar cillop hale getirmişti bizi. Ertesi günün sabahı herkes tipik sıradan hayatına devam edecekti, hatta ben eve gidip PES 2011 oynamının hayallerini kuruyordum.

Nihayetinde mutlu ve huzurlu biçimde evlerimize doğru yol almaya başladık. Karıların götlerine not vermeye başladık. Kazı-kazan oynayıp kişi başı 1 lira kaybettik zevkle. Kısacası herşey normale dönmüştü. Ellerimi dostlarımın omuzuna koydum ve:

"Beyleeeerr, siz varya..."


Ek1: Devlet Bahçeli'nin 24 Nisan Vakasına yorumu: "24 Nisan tarihi nedir? 24üncü gün ve 4üncü ay. 24'ün 2 ve 4'ünü çarpalım. Ne etti? Sekiz. Bu 8'in üzerine 4üncü ay olarak 4'ü ekleyelim. 8+4=12. Elde var oniki. Bu sayının rakamlarını toplayalım. 1+2=3. Bu olayı kaç kişi yaşadı peki? Gene üç! Bence bunlar rastlantı olamaz!

Ek2: 24 Nisan marşı: "GRUP KORİDOR-Senin O Gözlerin Var Ya"(Bu marş için Özgür'e teşekkürler)

20 Nisan 2011 Çarşamba

Önce Beyaz Bir R.Ö.R. Geldi...

Tarih: Mayıs 2008

Rör kavramı üzerine bugüne kadar ekibimiz tarafından çok şey yazıldı çizildi ancak ‘’rör’’ anlatılabilse de tam olarak yaşanılmadan ifade edilemeyen bir kavram olarak kaldı. Biz size bunu ne kadar anlatmaya çalışsak da ‘’rör’’ü hiçbir zaman tam olarak ifade edemeyeceğiz. Değerli arkadaşlarım KoSF ekibi üyeleri bu konu hakkında ciddi incelemelerde bulunmuş, birkaç yazı yazmışta olsa eminim ki yazarken bile tam olarak ne anlatmaya çalıştıklarını ifade edemediler. Rör kavramının şu ana kadar açıklanan bütün tekniklerini aynı anda yemiş biri olarak olayı aydınlatmak adına birkaç taşta ben koyacağım.

Dört yıl önceydi. Her zamanki gibi İzmir ili genel vericiler derneğine(Deep Rock Bar) gidip birkaç hatun düşürmek için evden çıktım. Fazla uğraşmadan Deep’ten güzel bir kızla tanışma fırsatı buldum.(Ekibim bana inanmayacak ama kız Defender Of The Shire değildi. Hobbitlerle hiç alakası yoktu gayet boyu da fiziği de yerindeydi. Ancak birkaç kez yanımda çok sağlam Torbaköylü Baggins yakaladıkları için götümdeki hobbit tıpasını asla çıkartamayacağımı biliyorum.

Kızın etrafında bir tane s*k kafalı kankası vardı. Etrafındaki tiplerle daha fazla muhabbet kurmaya çalıştım çünkü kanka ayağı göt ayağının derinliğini öğrenmek istiyordum. Uzun süren muhabbetin sonunda hiçbir sonuca varamamıştım. Kızın sadece Aksel adında yavşak mı yavşak bir kankası vardı. “Kankam canım cicim” dostluktan ölmek üzereydiler. Harvey Dent gibi kankalık yapıyordu kıza resmen, o derece dürüst gözüküyordu. Bir kaç edebiyat birkaç güzel laf ile Şebnem Ferah tabanlı bu kızı kafalamayı başarmıştım.

Çalıştığım için sadece kızla pazar günleri görüşme imkânım oluyordu. Zamanla her şey güzelleşti. Muhabbet oturmuştu bana benden hoşlandığını açıkça söylüyordu ve ben artık kızın verebilme potansiyeli ölçecek olaylara girişmeye hazırdım. Sorularım davranış biçimlerim hep o yönde yoğunlaşmaktaydı. Aşırı olmasa da kısmen olumlu sonuçlar almıştım. Yüz yüze görüşemediğimiz zamanlar içersinde msn’de konuşuyorduk. Bazen sadece ikimiz bazen ise bunun göt kankası Aksel’ide davet edip beraber konuşuyorduk. Tanışmamızdan 1 ay kadar sonra Aksel durduk yere msn’de bana ‘’Abi bu kız seni sarmaz sanırım kaşar, bende dostluğumu kestim bak şu konuşma şekline’’ diyerek msn’de bana kızın konuşmalarını kopyalıyordu. Bende ‘’Vay amına koyum demek öyle ha…’’ diye konuşmayı devam ettiriyordum salak gibi. Meğerse bu yavşakta kıza gidip ‘’ Bak murat senin hakkında böyle konuşuyor kanka’’ diyerek konuşmalarımı yapıştırıyor karşılıklı gerilla yoluyla bizi birbirimizden soğutmaya çalışıyordu.

Zamanla kızın bana olan tavırları sertleşmeye başlayınca ben bu götten şüphelendim. Sonra bir gün kızı çağırdım konuştuk. Konuştukça bu şerefsizin ne mal olduğu ortaya çıktı. Basit planlar peşinde koşan engelleyemeyeceği ilişkilerin arkasını kazarak kızları elde etmeye çalışan basit biriydi. Ben bunu öğrenince telefonu açtım ve çocuğa ‘’Şimdi sana küfredicem kapatırsan ananı avradını s*kerim’’ diye tehdit ederek konuşmama başladım. Gerekçemi açıkladıktan sonra çocuğa yaklaşık 45 dk küfrettim ve telefonu kapattım. Çok sinirliydim. Karıya vurmak için planladığım sürecim sekteye uğramıştı. Hemen ardından Can’ı aramak gibi korkunç bir hata yaptım. Ancak çok sinirliydim bu yavşak acilen sopa yemeliydi…

Şimdi size Can’la olan konuşmamı eksiksiz yazacağım:
M: Alo Can naber abi?
C: İyi abi senden?
M: Kötü…
C: Noldu AAB?
M: Kavga etmek ister misin birader?
C: Olur ne zaman?
M: O.çocuğunun biri bi lavukluk yaptı *mına koyacaz pezevengin tamam mı?
C: Ne zaman abi?
M: Pazar günü saat 1 de kilise sokağına gelecek orda döveceğiz.
C: …………(dııt dıttt dıtt [Telefon kapanır])
M: Can?...Alo?...

Can benim ne tepki vereceğimi zerre umursamadan saati ve tarihi beyni algıladığı an telefonu kapattı. Oysaki bu olayları bitirmek yerine her şeyi yeniden başlatmıştı. Aslında bunu o an fark ettim ancak çokta umurumda değildi, tek amacım çocuğun sopa yediğini görmekti. Bense pazar günü gelene kadar boşta kaldıkça çocuğa tehdit mesajları atıyor, mesajlarımla annesini ve ablasını pozisyondan pozisyona sokuyordum. Ancak çocukta onur, gurur ve delikanlılık bir yana erkeklikten eser olmadığı için hiç birine karşılık vermiyordu. Bende bu götün karılık oranını gördükçe daha da üstüne gidiyor ve daha da fazla dövmek istiyordum.

Pazar günü geldi çattı. Can’ı bir hafta önce aramış olmama rağmen bana tek bir mesaj bile atmamış, durumun akıbetini öğrenmek için zerre diyaloga girmemişti. Zaten olay değişse bile Can içgüdü rör’ü atıp bizim nerde olduğumuzu sonar sistemi gibi anında bulacaktı. Şu an Özgür’ün evinde bulunan ve anime izledikçe gaza gelip evde sallayarak s*kerttiği katanamı gitar kılıfına koyup yola çıktım. Götüne sokacaktım bu kılıcı kararlıydım. Ben kavga yerine yarım saat önce gelmiştim. Aksel götü de arkadaşı ile beraber benden biraz daha önce gelmiş Logos’un kapısının önünde dayak yiyecekleri anı bekliyorlardı. Aksel korkak yanındaki arkadaşı ise ondan daha korkaktı. Ben telefonda pozisyondan pozisyona soktuğum akrabalarını bir kez daha suratlarına anlatıyorum, ben anlattıkça herhangi biri en ufak sinirlenmiyor en ufak gurur meselesi yapmıyorlardı. Caddenin ortasında saydığım küfürlere etraftaki esnaf dayanamadı dükkânlarından dışarı çıkıp benim bağıra bağıra saydırdığım küfürleri dinlemeye başladı. Çocuk sadece özür diliyor ‘’Abi yaptık bir hata kusura bakma bir daha kızla görüşmem’’ diyerek Emre Aydın sesiyle karşımda boyun büküyordu. Ben konuştukça sinirlendikçe karşımda muhatap olarak erkek bulamadığımı gördüm. Size yemin ederim bir erkeği kışkırtabilecek her yolu denedim. Her hakareti her türlü laf sokmayı her türlü aşağılamayı denedim. Sonucunun boş olduğunu görünce ‘’Senin ben erkekliğini s*keyim sana erkek diyen adamı iki kere s*keyim’’ dedim ve cep telefonumu çıkardım. Uzun süredir küfrediyordum ve can ortalıklarda yoktu. Saatime baktım 13:01’ i gösteriyordu. Kafamı kaldırdım önce sağa ve sonra sola döndüğüm AN Can köşeden belirdi…

Tarihe damgasını vurmuş ciddi fantastik filmleri yada bilimkurguları izledikten sonra ‘’Abi bu gerçek olsa ya lan?’’ diye sorarız ya, mesela ‘’Abi Terminator T-600’lerin gerçek olduğunu düşünsenize?’’.Ya da Street Fighter’daki Akuma’nın Shun-Goku-Satsu saldırısının gerçek olduğunu… Can işte tam bu ikisinin karışımı gibiydi. Sadece yere bakarak ilerliyordu. Kulağında kulaklık vardı müzik dinleyerek geliyordu. Kolları hareketsizdi. Bütün kafası pancar gibi kızarmıştı. Gözlerini yerden hiç ayırmadan ilerliyor ancak kalabalıkta bir kişiye bile çarpmadan sıfır sürtünme ile Tomahawk füzesi gibi artan ivmeyle yaklaşıyordu bize. Yaklaşırken kulaklığını çıkardı. Ve bizim yanımıza geldi. Can vücudundaki bütün kasları sıkarak Aksel’in yanında dimdik durdu. Sadece çocuğun gözlerine bakıyor ve korkunç bir şekilde soluk alıyordu. Can’a ‘’Can atla’’ gibi bir komut vermeme gerek yoktu. Bunu aklımdan geçirsem bile geçirdiğim an Can çocuğu gövdesinden tutup ikiye ayıracaktı biliyordum. O yüzden ne olur ne olmaz diye bunu aklımdan geçirmemeyi tercih ettim.

İşin ilginç yanı ise benim karşımda iki tane çocuk vardı ama Can Aksel’in hangisi olduğunu bana hiç sormadan anlamıştı. Bunu nasıl yaptığını yemin ederim bilmiyorum. Çünkü ben Can’a olay yeri ve saat dışında hiçbir şey söyleyememiştim. Sonra çocuk döndü baktı Can’a emo gibi. Zaten ağlamak üzereydi. Ben Can’a ‘’Abi biz konuştuk olayı hallettik gel abi sen’’ dedim kolundan tuttum. Can hiçbir şey söylemedi. Geldiği an nasılsa aynı o şekilde yerinden 1mm bile kıpırdamamış şekilde çocuğun suratına soluyordu.’’Abi s*ktret gel ben sana olayı anlatacağım’’ dedim. Çocuklara ‘’Bir daha seni görmeyim buralarda s*kerim hayatını yürü git lan!’’ dedim ve Can’ı ordan alıp ayrıldım.

Henüz 10 metre bile gitmemiştik ki Can son derece sakin ve beyefendi bir ses tonuyla bana ‘’Abi noldu? ‘’ diye bir soru sordu.Bende ‘’Biz konuştuk birad…’’ dememe kalmadı Can korkunç bir ses tonuyla bana ‘’ABİ NİYE KONUŞUYORSUN ADAMLARLA!!!!!!!!!’’ dedi.Sesi benim bedenimi hiçe sayarak hızını kesmeden içimden geçip arkamdaki duvara çarpıyordu.Her hücremde tek tek hissedebiliyordum.’’Abi adamlarla konuştum adamlar tırt herifler kavga edilecek gibi değ…’’ diyemedim ve yine içimden bir enerji huzmesinin geçtiğini hissettim: ‘’ABİ ADAMLARLA NİYE KONUŞUYORSUN!!!!!!!!’’.Rör’ün evrendeki kapladığım yeri hiçe sayarak ikinci kez içimden geçmesinden sonra olayı açıklamayı bıraktım.Beynim iflas etmişti.Yanımda tank mayını patlamış gibi hissediyordum.O an çok büyük bir suç işlediğimi fark ettim.Can’ın kavga etmesini resmen ben engellemiştim.Ama Can’ın vücudundaki kimyasal değişimler ışık hızından daha hızlıydı bunu ekip çok önceleri fark etmişti, o yüzden az önce yediğim iki süpernova Rör’ü umursamadım ve sakince ‘’Bi bira içelim mi birader?’’ dedim.’’OLUR AAAB!!!!’’ diyerek cevap verdi ve konuyu o an orda kapattık.İşin benim açımdan epic-fail- olan kısmı ‘’Am için rör yemiş olmam’’ olarak kaldı…

Bazı şeylerin tarifi, izahı mümkün değildir. Anlatamazsınız. Konuşmak ya da yazmak ifade şekli olarak yetersiz kalabilir. Ben elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım. Siz hayal edin çünkü bir daha ‘’rör’’ü kimse göremeyecek. Neden mi? Tarih bizim ekip için tekerrürden ibarettir. Birkaç satır yukarda bahsettiğim o epic-fail oldu ve Can’ın ‘’RÖR’’ü bir piramitin tepesinde amın içine kaçtı.

Yazan: RALF

10 Nisan 2011 Pazar

Defender Of Shire ve Hindi Kaşar

Tarih: Temmuz 2007 -

3-4 yıl öncesine kadar ekipçe hayatımıza damgasını vuran bir oyun vardı kıymetli takipçiler: Soulcalibur 3. Bütün ekip olarak genellikle Can'ın cennetten inme evinde gündüz 12 gibi toplanır, abartısız 6-7 saat süren ve nefes kesen, başabaş turnuvalar yapardık. Can, Astaroth'uyla maçlar aldığı zaman insan dışı zafer çığlıkları atar, Murat Maxi'yle uçan tekme atarken ringten aşağı uçar, Çağatay Nightmare'la bug'lu hareketler yapar, Ersen herhangi bir karakterle habire dayak yer, Yiğit kendi karizmatik karakteri Yiğithan'la siker, bense Kilik'le hem rakiplerime hem de yenilmem için müthiş bir sinerji oluşturan bu yavşaklara karşı mücadele ederdim. Arada bir Özgür'ün Ankara'dan gelip Mitsurugi'yle kazanması ve "Katana her zaman s*kertir!" demesi haricinde bu turnuvalar hep aynı döngüyle geçer ve her seferinde inanılmaz derecede eğlenirdik. -

İşte gene böyle müthiş bir buluşma gerçekleştirmek için Alsancak'taydık. Sevinç Pastahane'sinin önünde yanımızda ps2 ve oyunlarla beraber toplanmış, bir yandan önümüzden geçen taşlara 10 üzerinden notlar verirken bir yanda da Murat'ın gelmesini bekliyorduk. Tabi genellikle benim beğendiğim kızlarla Çağatay'ın başını çektiği bir goygoyculukla alay ediliyordu. Murat da gelince ekip tamamlanacak ve direkt olarak Can'ın evine akacak, kendimizi Soul Calibur 3'ün aşk dolu ellerine teslim edecektik.

Nitekim Murat nedense bir türlü gelmiyordu. 15dk gibi bir gecikmenin ardından Çağatay "Arasına şu malı nerdeymiş diye" klasik komutunu verdi. Tam ben de meraklanıp Murat'ı aramaya karar vermiştim ki o anda telefonum çaldı. Kaderin bir oyunu olsa gerek, arayan Murat'dı ve sesi son derece gergin ve heyecanlıydı:"ABİ KAÇ KİŞİSİNİZ?" diye sordu nefes nefese. "Noluyor abi?" dedim telaş içinde. "ABİ KAÇ KİŞİSİNİZ YA?" diye tekrar sordu. Korkmaya başlamıştım "5 kişiyiz. Noluyor abi söylesene?" diye tediriginlik içinde sordum. "ABİ KIBRIS ŞEHİTLERİ'NİN SONUNDAYIM. KAÇ KİŞİYSENİZ ÇABUK GELİN!" dedi ve telefonu kapattı. -

Tahmin edersiniz ki kuzenimin başının belayı girmesi sonucu dehşete düştüm kıymetli okurlar. Eğer Murat bu kadar acil biçimde bize ihtiyaç duymuşsa ya onu tinerciler sıkıştırmış olmalıydı ya da başına gerçekten kötü başka birşey geliyordu. Derhal bizim ekibe döndüm ve "Beyler Murat acilen bizi istiyo. Kıbrıs Şehitleri'nin sonundaymış. Hemen yardıma gidelim, koşun!" dedim. Ve inanın bu komut bizim ekibe çoktan savaş pozisyonunu aldırmıştı. Aksiyona hazır olan dostlarım, bir de Murat'ın başının belada olduğunu duyunca derhal harekete geçti ve sokaklarda hızla ilerlemeye başladı. Ben kuzenime, onlarsa dostlarına derhal yardım etmeliydi. -

Yalnız hesaba katmadığımız birşey vardı. Can artık bir ölüm makinesiydi. Murat'ın başının belada olduğunu duyduğu an(ya da dövüşme fırsatı ortaya çıktığı an) insanlığını bir kenara bırakmıştı. Biz s*kertmeye giderken o ise direkt öldürmeye gidiyordu. Ekibimizden 5 metre ötede müthiş bir tempoyla ilerliyor, biz de cücelerin hançer pozisyonunu almış biçimde onu takip etmeye çalışıyorduk. Çoktan Can üzerindeki hakimiyetmizi kaybetmiştik, onu artık Jackie Chan&Jet Li kombinasyonu bile durduramazdı. Yüzünde öylesine ölümcül bir ifade vardı ki yolda çarptığı insanlar dönüp "Noluyor be?" bile diyemiyordu. Ki diyen olursa bütün öğrendiği yeni karate tekniklerini(ki bunlar genelde uzuvları dönmeye taraflara döndürmek üzeredir) uygulamakta bir saniye bile gecikmeyecekti. Kısacası Can'ın pimi çoktan çekilmişti ve birisinin götünde çok kötü biçimde patlayacaktı. -

Nihayetinde alel acele caddenin sonuna yaklaşırken yanımızdan iki tane dik saçlı, siyahlar içinde liseli çocuk tam ters yönde koşarak geçti. Bulundukları aşırı metalci tip ve liseli oluşları sebebiyle Evanescence ve Linkin Park dinledikleri her hallerinden belliydi. Abarmtmıyorum kıymetli okur, lise 2'de Evanescence dinleyen adamın metalci tribi 30 yıllık James Hetfield'ta yoktur allahıma kitabıma. Ki kendim de zamanında Papa Roach dinleyerek ağır metalci triplerine girdiğim için çok iyi biliyorum bunları. İçinde gitar tıngırtısı olan ve alternatif herşey sizi ortamın asi çocuğu yapmaya yeterdi, hele bir de üstüne System Of A Down gibi Türk düşmanı gruplar dinliyorsanız aynı ortamdaki bütün bongoları rahatlıkla çalabilirdiniz. -

En sonunda olay yerine vardık ve gördük ne dersiniz? Tinerciler arasında çırpınan ya da kavgaya bulaşmış bir Murat mı? Hayır, yalnızca biri Hobbit diğeride hindi iki kızın arasında çılgıncasına bağırıp çağıran, küfürler, tehditler, hakaretler savuran bir Murat. O coştukça Hobbit ise gözyaşlarına boğuluyordu. Allahım neler oluyordu burada? Bu kız bir yerden tanıdık geliyordu bize, kesin çıkaracaktım. -

Evet evet, bu kız Başak The Altıntaşak'tan başkası değildi. Kendisi Orta Dünya'nın bağrından kopup gelmiş gerçek bir Hobbit'di. Kendisini kısa hisseden herhangi bir insanın Başak'ın yanında birkaç saniye ayakta dikilmesi yeterliydi kendini tekrar iyi hissetmesi için. Tanrı ona sadece koca bir göt vermiş, gerisini resmen koyvermişti. Ama olsundu, Murat onunla mutluydu. "Defender Of Shire" adını verdiği bu kızın öncekilerden çok farklı olduğunu iddaa etmiş, beynine direkt olarak oksijen gittiğini söylemiş(ki bu çok az kıza nasip bir durumdur), hatta ve hatta gerekirse evlenebileceğini bile belirtmişti. İnanın öylesine seviyordu bu kızı, ve biz de bir o kadar anlam veremiyorduk. -

Lakin biz er meydanı umuduyla buralara kadar gelmişken şu an olanlar yaşayan bir şaka gibiydi. Murat çılgıncasına kızın suratına bağırıyor, kız da fütursuzca ağlıyordu. Bizler ise olanlara anlam vermeye çalışırken birçok insan da bu garip olayı izliyordu. Derken geldiğmizi farkeden Murat bize döndü ve olanları anlatmaya başladı. Bizimle buluşmak için buralara geldiğinde evde olduğunu iddaa eden kız arkadaşını, yanında yılların kaşarı başka bir kızla beraber yürürken görmüş ve gizlice takip etmişti. Takibi sonucunda da ikiliyi liseli iki çocukla buluşunca suç üstü yakalamış, o an çılgına dönüp çocukları dövmek için de bize telefon etmişti. Tabi 6 kişi çete halinde geldiğimizi duyan zavallı ergen çocuklarda koşa koşa kaçmıştı. Evet bütün aksiyon bundan ibaretti hayal kırıklığına uğrayan okur, o yanımızdan geçen çocuklar da bizden kaçanların ta kendisiydi. -

Olanları paylaşan Murat bize döndü ve hepimize:"NAPIYIM ABİ? SÖYLEYİN NAPIYIM?HAKSIZMIYIM HA? HAKSIZMIYIM? SEN OLSAN NE YAPARSIN?" diye hayvanca bağırıyordu. Tabi hiçbirimiz yaşadığımız beyin *mcıklanması sebebiyle konuşamıyorduk. Dudaklarımızdan ancak yavşakça "Haklısın abi." ya da "Adam haklı beyler" gibi İstanbul Büyükşehir Belediyespor'un taraftar grubu Boz Boykuşlar'ın kullandığı sözcükler dökülüyordu. Çağatay ise gene tüm netliğini konuşturmuş ve kızın yüzüne karşı "Bu kızdan ne bekliyodun ki aq zaten?" diye yapıştırıvermişti. Ortama tam bir kaos hakimdi ve ne yapacağımızı bilemez durumdaydık. Can ise bir köşede hala kavga çıkar umuduydla sessizce bekliyordu garibim. -

Sonra Murat tekrar sevgilisine döndü ve "EVE GİDİYORSUN! DERHAL EVE GİDİYORSUN BURDAN!" diye anırdı. 15 dakikadır yaptığı tek şey ağlamak olan kız ise gözyaşlarıyla koca bir damacanayı dolduracak duruma gelmişti ki hindi&kaşar arkadaşı olaya derhal el koydu. Kollarını aşırı destekli sutyeninin üzerinde kavuşturmuş, hindi gibi kafasını sallaya sallaya "Başakdabenimlegeliyooo!Başakdabenimlegeliyooo!Başakdabenimlegeliyooo!" diye tekrar tekrar Murat'ın yüzüne çemkiriyordu. (Anlamı: "Başak'da benimle geliyor"). Ve inanın çıkardığı ses ve konuşma tarzı bir hindiden farksızdı. Show TV'nin yılbaşı hindileri programını izliyor gibiydik adeta. Kendisi kaşarlık konusunda bir dünya markası olduğu için Murat'ın Başak'ı aldatırken yakalamasında kızacak hiçbirşey yoktu. Murat haksız yere sinirleniyordu. 10dk'lık "Cliff gitti Metallica bitti" ve "Iron Maiden davayı sattı yeaaa!" muhabbetlerinin yanında Deep Bar'da devrilmiş iki bira sonucu her erkekle yatılabilirdi. Daha sonra da tek amacının "Sevdiğini başka bedenlerde aramak" olduğu iddaa edilerek masum olduğu ispatlanabilir, yüzüncü kez hayatına temiz ve yeni bir sayfa açılabilirdi. Tüm bu sebeplerden dolayı Hindi Kaşar'a göe Murat sonuna kadar haksızdı. Başak The Altıntaşak'a sahip çıkmalydı.... -

Nihayetinde Başak evinin yolunu tutarken Hindi Kaşar'da yeni bir rock bar'a doğru yol aldı. Murat ise bizimle geldi, yarım saat içinde sakinleştikten sonra 5 saat Soul Calibur 3 oynadı, Maxi'yle ringden aşağı uçtu, 2 paket cips yedi, 1 litra kola içti ve gece Empty Talk yaptı. Hep beraber yemek yememizin ardından da Başak'la telefonda konuştu. "Benim gelecek çocuklardan haberim yoktu aşkım, bana sormadan çağırmış Hindi Kaşar çocukları" açıklamasıyla ikna olup tekrar barıştılar ve ilişkilerine kaldıkları yerden devam ettiler. Ki bu da aslında ileride gerçekleşecek çok dha büyük olayların başlangıcı oldu. Hele ki Ersen-Can-Murat üçlüsünün yaşadığı "Göte katana sokma" olayı yaşayan bir efsane, unutulmaz bir destandır. O olayı da ileride birinci şahıs yaşayanların ağzından burada bulacaksınız(Umarım). -

Bütün bu kaostan zararlı çıkan tek kişi ise Ne yazık ki Can oldu. Ve geriye dudaklarından dökülen acı dolu şu sözler kaldı: -

"Bi daha kavga etmiceksek beni çağırma amına koyim!"- M.Can Özbaş