13 Ekim 2014 Pazartesi

BİLİNMEYEN (Mini Öykü)

Tarih: 2006

Kişisel görüşümü sorarsanız kuruluşundan beri ekibin en çok değişime uğrayan kişisinin Özlil olduğunu söylemeliyim. Zira ilk tanıdığım yıllarda sadece ve sadece mehter marşı dinleyen, “Mehter marşı haricindeki bütün müzikler gereksizdir” diyen, ben Osmanlı ve Türk kültürüne laf söylemeye çalıştığımda ağzıma sıçan, hatta evimden alıp beraber Cuma namazına götüren o adam şimdi jazz & blues dinliyor, poker oynuyor, ağır Allahsız ve safi bir Türk düşmanı. Yalnız kendisine dair gerçekten de zerre değişmeyen bir şey var: Olmayan İngilizcesi.

Mesela Çağatay’ın da ilk tanıdığımda pek İngilizcesi olmamasına rağmen adam kendi kendine öğrendi ama yok arkadaş, Özgür’ün bünye niyeyse İngilizceyi kabullenmiyor. O kadar oyun oynadı, film izledi, müzik dinledi ama ı-ıh. Olmayınca olmuyor işte.

Madem öykü kısa, fazla uzatmıyorum. Ekibin çılgıncasına, delicisine, sapıkçasına dövüş oyunları oynadığı ilk yılları. Bilirsiniz ki pek çok oyunda kimliği daha sonradan açıklanan karanlık “unknown” isimli karakterler vardır. Hangi oyundu hatırlamıyorum, Özgür gene bu karanlık siluetli “unknown” karakterlerden birini görüyor ve şu yorumu yapıyor:

-Bu UNKOVN kim lan her yerde karşımıza çıkıyor?

Tabi unutmamak lazım, UNKOVN yazıldığı gibi okunur…

Emre’den Yiğit’e Özel Not: Evet karşim solda bir şey yok.

25 Temmuz 2014 Cuma

Cavidan'ın Laneti (Return of Javidan)


Tarih: Temmuz 2014

Can ekibimizin tartışmasız biçimde zaman içerisinde en çok değişime uğrayan elemanlarından biridir. İlk zamanlardaki Rhonanthor Javidan nick’indeki Cavidan düşmüş, Haduket atmayı, parmaksız eldiven giymeyi bırakmış, Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği birinci sınıf öğrencisi olmayı bırakmış, RÖR’leri ve üzerindeki laneti de azalarak tükenmiştir. Eğer bu lanetin ne olduğunu bilmiyorsanız da hatırlatalım, eskiden Can’ın lanetli olduğu yıllarda kendisiyle beraber bir şeye giriştiğinizde işler olması gerektiği gibi gitmezdi. Mesela yanınıza Can’ı alırsanız 20 yıldır aynı noktada satış yapan kokoreççinin bir anda ortadan kaybolması, otobüslerin belediyenin tahsis ettiği durakları es geçmesi, herkesçe bilinen ortam barlarının Silent Hill’e dönüşmesi gibi pek çok doğaüstü vaka yaşanırdı. Lakin önceden de söylediğim gibi bu lanet zamanla kayboldu, ya da daha doğrusu biz öyle zannediyorduk.

Bu seneki tatilimizde Can hariç hepimiz iş-güç sahibi adamlar olduğumuzdan (Bu arada Can’a miras kaldıkça daha da fakirleştiğinin farkında mısınız?) yemekleri evde yemeye utandık ve dışarıda yemeye karar verdik. Kişisel görüş olarak da bu kararı oldukça olumlu karşıladığımı belirtmeliyim. İşte bu karardan hareketle tatilin beşinci akşamı yanımıza ekibin kızlarını da alarak yemek yemeğe çıktık. McDomalt’tın önüne geldiğimizde de bir karar vermemiz gerekiyordu. Ya Domalt’ta, ya Dominos’ta, ya da Börgır’da yiyecektik ayıptır söylemesi. O yüzden Özgür bu konuyu referandumla ekip gündemine getirdi.

Yalnız Özgür’ün atladığı bir konu vardı ki ekipte iş seçime geldiği zaman soru ne olursa olsun verilen cevap hep aynıydı: “Fark etmez”. Genelde de bu “Fark etmez” cevabının ardından alınan kararlar da *rospu gibi saatlerce eleştirilirdi. O yüzden bu fırsatı kaçırmadık hepimiz tek bir ağızdan “Fark etmez” diyerek Özgür’ün demokrasi anlayışına yumruğumuzu koyduk. Tek bir kişi hariç: M.Can Özbaş.

Can o gün niyeyse (ve özünde ağır bir menapozlu karı olmasına rağmen) “Fark etmez” cevabı yerine “Ben Domalt’ta yemek istiyorum birader” dedi. Bu cevabı duyan Özgür de “Madem herkese fark etmez, bari Can’ın istediği olsun” diyerek referandumu “Yetmez ama Domalt” şeklinde sonuçlandırdı. Biz de itiraz etmeden içeri girdik. Ne de olsa bize fark etmezdi ve yemek bittikten sonra yapılan seçimi her halükarda zevkle eleştirecektik.

İçeri girdiğimizde her şey normal gibi görünüyordu ve biliyorduk ki burası gayet de normal standart bir Domalt idi. Daha önce defalarca kez burada sorunsuz şekilde yemek yemiştik. Tatilci popülâsyonu sebebiyle içerisi hınca hınca dolu olmasına rağmen ilk siparişi benle Didem beraber vermeyi başardık ve siparişlerimiz hazırlanırken kenarda diğerlerini beklemeye başladık. Lakin ne olduysa sıra Yiğit’e geldiğinde oldu. Aniden restorandın elektrikleri gitti ve üretim durdu. Ama Domalt yetkilileri gayet sakin biçimde “Şimdi elektrikler geri gelir efendim merak etmeyin” diye insanları telkin etkin. Ne de olsa basit bir elektrik kesintisiydi ve elbette ki jeneratörleri vardı.

Tam da çalışanların belirttiği şekilde birkaç dakika sonra elektrikler geri geldi. Lakin paso cihazı Yiğit’in tatilin başından beri ve hatta daha önce burada da kullandığı kredi kartını tanımamakta ısrar ediyordu. Defalarca kez aynı sonuç yaşanması sonucu gişedeki çocuk ve Yiğit’in yanında dikilen bir kız grubu “Beyefendi galiba kartınızda sorun var” diyerek bir tez üretti. Fakat bu sırada Özgür arka tarafta kendi kendine sesli biçimde gülmeye başladı, çünkü o gerçek cevabı biliyor gibiydi.

Bu esnada elektrik kesintileri ekiple ebelemece oynamaya devam ediyordu. Ne zaman ekipten biri kredi kartını uzatsa elektrikler gidiyor, birkaç dakika sonra geri geliyor, tekrar kredi kartını uzattığı an yeniden gidiyordu. Filistin’e bir kurşun daha atmamız bu şekilde engelleniyordu sanki. Elektrikler bizimle bildiğin t*şak geçiyor, bir gidiyor bir geliyor, insanlar da her geçen dakika daha da huzursuzlaşıyordu. Özgür ise bir köşede kahkahalarla gülüyor, artık gözlerinden yaşlar akıyordu. Ortam bildiğiniz bir tımarhaneden farksızdı anlayacağınız.

Nihayet Domalt çalışanları da ortada doğaüstü bir durum olduğunu fark edip telaş yapmaya ve korkmaya başladılar. Çünkü bu esnada elektrikler gelip gitmeye devam ediyor, o anlara denk gelen siparişler piç oluyor, dükkândaki arızaya rağmen müşteri sayısı rekor seviyede artıyor, açlıktan çirkefleşen insanlar elektrik yüzünden çalışanlara anırıyorlardı. İşin özü domaltacağız derken bayağı bir domalmışlardı.

En sonunda eli ayağı birbirine giren müdür “Si…siparişler iptal, paraları iade ediyoruz” dedi ve iade işine girişti. Yaşadığı korku gözlerinden okunuyordu. İnsanların sipariş fişleri toplanarak para iadeleri başladı, fakat bu arada önceden doldurulan litrelerce kola heba olmuş, pişmesi yarım kalan siparişler mahvolmuş, yemek
için gelen onlarca müşteri de en büyük rakiplerine kaybedilmişti. Üstelik bu durumun ne zaman düzeleceği de belli değildi. 10dk önce müşteri patlamasıyla bayram eden Domalt şimdiyse domalmış ve bu zararı nasıl karşılayacağını düşünüyordu.

Adamlara acıyıp daha fazla zarar vermemek adına paralarımızı geri alıp dışarı çıktık. Yeterince acı çekmişlerdi, bu korku onlara yeterdi. Zira biraz daha içeride durmak konusunda ısrar etsek mekânda yangın çıkabilir, tüpleri patlayabilir, üzerine UFO düşebilir, terörist bir saldırıya uğrayabilirdi. Lakin içeride ne olduğunu tam olarak idrak edemediysek de açık havaya çıkınca anında anladık: Can’ın laneti gitmemiş, bitmemiş, sadece daha güçlü bir şekilde en ummadığımız anda ortaya çıkmak için pusuya yatmıştı. İlk kurbanı ise daha 1-2 gün önce müdürünün bize “İşler çok iyi gidiyor ya” dediği McDomalt olmuştu. 

Eski gücünün yavaş yavaş geri döndüğünü fark eden Can şunu söyledi: 

“BEN SİZE DEDİM, BENİM SEÇTİĞİM MEKÂNA GİTMEYELİM DEDİM!”

Gülmekten karnımıza ağrılar gire gire Börgır’a gittik, yemeğimizi yedik. Dönüş yolunda da aynı Domalt’ın önünden geçtik. Sanki hiç kötü bir şey yaşanmamış gibi normale dönmüş ve hınca hınç müşterileriyle uğraşıyordu. Üzerlerindeki lanet kalkmıştı, çünkü aynı lanet bizim yanımızda yürümeye devam ediyordu…


9 Temmuz 2014 Çarşamba

Select Your Character!

Ekip olarak çok sıkı bir dostluğumuz olduğunu söylemek kesinlikle yanlış olmaz. Tabi bizimkisi bu standart dostluklardan biraz farklı… Genelde insanlar dostlarıyla keyifli vakitler geçirip sürekli yeni aktiviteler ve çeşitli gezme görme faaliyetleri içine girer. Aynı şeyleri yapmak bir süre sonra ( günler, haftalar, aylar, yıllar) onları sıkar. Ama bizde durum biraz daha farklı. KoSF ekibi olarak en büyük haz aldığımız etkinlik birbirimizi ölesiye aşağılamak, arkadan konuşmak, laf sokmak… Vs uzayıp gider. Ve Kutsal barımız KAOS’da (eskiden “Sardunyas” idi ) her gün buluşup bunu yapmaktan bir gram sıkılmayız.

Peki, neden böyle bir ruh hastası alışkanlığımız var?
Bunu başlatan neydi?
Ne zaman başladı?
Neden devam ediyor?
Ve en önemlisi niçin bunu kimse sorgulamıyor?

Bu beş sorunun iki olası cevabı var. Ya gerçekten ruh hastası pislik herifler olarak birbirimizi bulduk ya da birbirimize yüz yüze laf sokup, dedikodu yapıp, sonra da buna hiç aldırış etmeden arkadaşlığımızın devam etmesi mistik bir şey!

Yıllardır süren bu arkadaşlığımız ve mücadelemiz her birimizin ayrı ayrı özellikler kazanıp bu özellikleri geliştirmesine sebebiyet verdi. Sonuçta hiç birimiz altta kalamazdık. Ve her birimiz gerçekten ama gerçekten çok acımasızdık!

Ralf (Murat – Ekipteki adıyla ALF): Murat bu mücadele de iki türlü var oluyor. Ya dibe vuruyor ya da beşimizi birden havaya atıp gelişine çakıyor. İstikrarsız ama inanılmaz yetenekli futbolculara benzetilebilir. En önemli özelliği benzetmeleri… Benzetmelerini adeta bir Samuray’ın kılıcını kullanması gibi kullanarak parmaklarımızdan doğramaya başlıyor. Yıllarca sanayi de çalışmış olması ve İzmir’in orta halliden bir tık aşağıdaki sokaklarında büyümesi kelime ve küfür haznesini o kadar genişletmiş sanki bir okyanus gibi… Murat’ın espri kabiliyeti ve hazır cevaplılığı ile birleştiğinde nükleer bir silahtan farksız oluyor. Kimi zaman bu okyanustan çok tırt şeyler çıkmasını bir yana bırakırsak hepimizin ortak fikri gününde bir Murat abartısız Cem Yılmaz’ı bile gömer. Gelgelelim Murat’ın bu özelliklerini kullanmak için gösterdiği sabırsızlık onun kontrolünü kaybetmesine sebep oluyor.  Ve tam anlamıyla saçmalıyor. Kendi tabiriyle el bombasının pimini çekip kendi cebine koyuyor. Siz hiç bulaşmadan uzaklaşın havaya uçacaktır zaten.

Byakko(Yiğit – Ekipteki adıyla Lord): Yiğit’in yetkinliği için kullanılabilecek yegâne kelime “ince zekâ”. Tam bir boş muhabbet müptelası olan bu tembel piç üşenmediği zaman gerçek anlamda bir sosyalist sosyoloji profesörü edasıyla laf sokuyor. Bu tadı yakaladığınca en sinir bozucu olan şey ise karşılık vermek yerine istemsizce sırıtmaya başlıyorsunuz! Ki bu durum bir saniyeden fazla sürmese bile bir ürpertiye neden oluyor. Eğer ki esprinin tadına kendinizi biraz kaptırırsanız. Yok olmamak işten değil! Ve bu ince zekânın altındaki sinsilik ise korkudan dizlerinizin bağını çözebilir. Çünkü bu piç siz hiç beklemiyorken kulağınıza iğne sokar gibi lafı götünüze sokabilir. Fakat… Yiğit’inde Murat ve diğerleri gibi kitlendiği anlar yok değil. Tembelliğin etkileri genlerine kadar işlediği için laflarını tamamlayamama gibi rezil olduğu durumlarda sıkça yaşanıyor. Ayrıca kendisine de ani sokulan orantısız esprilerde karşısındakine yaşattığı hisse kendi yaşamıyor değil.

Rhonantor (Can – Ekipteki adıyla Cavidan): İşte orantısız zekâ! Lafı gediğine koymak ve hazır cevaplık konusunda Murat’tan eksiği yok denilebilir. Ama en önemli özelliği dayanıklılığı. Uzun soluklu bir tartışmaya girdiğinizde çalışma prensibini anlayamadığımız beyni 213124321 yıl önceki bir ezikliğinizi ortaya çıkarabiliyor. Ve kendisi gerçekten hiç mi hiç vazgeçmiyor. Bir süre sonra siz yorulduktan sonra Rocky Balboa misali ringin ortasında gömüyor sizi! Yalan söylemek, iftira atmak onun için hiç mi hiç sorun değil. Zaten kendisi izlediği okuduğu ve oynadığı bilimum şeylerde her zaman pislik yapan karakterlere bir sempati beslemiştir. Pro bir Karateci olarak ise temiz dövüştüğü gerçekten söylenemez. Ve gizli silahı “RÖR”(gerçekten açıklamayacağım bir özellik) her ne kadar zamanla etkisini kaybetmiş olsa da hala ürkütücü.  Bu korkunç adamın ise 3 büyük zayıflığı var. Birincisi destekçilerine saldırıp yalnız kalmak (nedenini kimse bilmiyor), ikincisi yalan söylerken abartıya kaçmak (Örnek: Japonya da pirinç tarlasının olmamasını iddia etmesi), üçüncüsü de olası mağlubiyetini sempatikleştirmek için kendine hakaret etmesi (Bunun da dedenini bilmiyorum).

knighTeen87 (Emre – Ekipteki adıyla Een): Bilimsel olarak laf sokan adam. Bunu nasıl mı yapıyor? Tartıştığınız konu hakkında elle tutulur ve kanıtlanmış verileri önünüze koyarak. Emre hepimizin aksine daha soğukkanlı yürütüyor bu savaşları. Acele etmiyor. Konuyu soğutuyor ve bir bakmışsınız bir dahaki sefer sizi kafese tıkılmış bir aslan haline getirmiş. Tüm o saldırganlığınız ve vahşiliğiniz bir sirk seyrine dönüşüyor. Araştırma yapmak, veri toplamak, analiz etmek… O bu mücadelenin Batman’i! Ve diğer bir yeteneği ise kendisi ile dalga geçebilme ki işte bunu yaptığı zaman aldığı hasarı yarı yarıya indirmiş oluyor. Lakin gelgelelim en büyük özelliği bazen en büyük handikabına dönüşüveriyor. Bazen çok geç kalıyor ve rakibi onun hazırlıklarını yapmasına izin vermeden onu itin götüne sokmuş oluyor. Hatta tüm o bilimsel veriler boş muhabbet eğlencesi uğruna hiç oluyor.  Ayrıca bazen inatçı kişiliği tutulmasına sebep oluyor. Yıllarca sabır konusunda da çok fazla imtiyaz vermesi şimdi onu biraz sinirli bir adam yaptı. (Ben sinirli biri değilim s*kerim götünü! – Emre). Ve bu mücadele de sinirlerine hâkim olmak önemlidir.

Lyzard (Çağatay – Ekipteki adıyla Kaptan Mağara Adamı): Tank! Bu savaşta fiziksel özelliklerinin tam aksine o zayıf adam muazzam bir çelik tanka dönüşüyor. Öyle ki bazı dönemlerde açığını bulmak, laf sokmak imkânsızlaşıyor.  Ve kuru inadını ve düz mantığını inanılmaz kullanıyor. Aslında haklısınız tüm kozlar sizin elinizde ama bir türlü tatmin olamıyorsunuz. Sanki hep bir şeyleri eksik ve yanlış gibi… Ve Emre’nin aksine Çağatay’ın inatçılığı tutukluğa değil resmen yaratıcılığa dönüşüyor. Ve işte tam burada düz mantığını ince zekâsıyla birleştirdiğinde Çağatay’ın soktuğu laf bir tankın ağzından çıkan inanılmaz derece yıkıcı bir mermi gibi kafanızı patlatıyor! Ama ya kötü nişan alırsa… O zaman da karşınızda hazır ve nazır bir av! İşine çok meraklı bir mühendisin neşesi, merakı ve heyecanıyla alın elinize tornavidayı başlayın Tankı sökmeye! Çünkü Çağatay bazen gerçekten anlamsız laflar sokmayı deniyor. Sanırsın Atatürk gibi komutan gitmiş o kadar adamı Sarıkamış’a yalınayak götüren Enver Paşa gelmiş.

oZzIiI (Özgür – Ekipteki adıyla Özlil): (Özgür’ün analizini ricası üzerine ben yazacağım – Emre).  Bu adamın en büyük problemi özellikle Ankara’ya gittiği zamandan beri canının feci sıkılmasıdır. Bu gibi can sıkıntısı anlarında sırf eğlenmek adına ekibi birbirine düşürmeyi, numara çekmeyi, yalan söylemeyi pek sever. Sonra da yaşattığı kaosu bir keyif sigarası yakarak izlemeye koyulur. “Göreceli diye bir şey yoktur, benim dediğime katılmıyorsan bariz gerizekalısın” felsefesi bu felsefeye alışık olmayanlar için ölümcül ve fena derecede sinir bozucudur. Tiyatro kökenlerinin verdiği etkiyle de Allah için iyi rol keser. Hele ki kankası Çağatay’ın da desteğini arkasına alırsa durdurulamaz, daha doğrusu zapt edilemez hale gelir. Fakat tartışma ilerledikçe “Birader sen bana inanmıyorsun ama benim bir arkadaşın başına şu gelmiş” diye örnek verdiği an anlayınız ki tartışmayı kaybettiğini fark edip fütursuz bir yalan sürecine geçmiştir. En güçlü silahı olan can sıkıntı bir o kadar da en büyük zayıflığıdır. Çünkü bazen manipülasyonun dozajını kaçırır ve planları kontrolden çıkıp fıslamaya başlar. Doğuştan esnaf ve ego sahibidir, bu yüzden durmayı bilmez. İnadı destanlara konu olan Çağatay’a karşı hariç…

Veee işte tüm bu oyunun yegâne kazananı…

Tanrı (Tanrı – Ekipteki adıyla Tanrı): Genelde tek bir ses hissediyorsunuz.  Evet yanlış yazmadım, duymuyorsunuz, hissediyorsunuz:  “BIIIIIZZT”…  Bu ses geldiğinde her şeyin aslında kusursuz bir kurgusu olduğu ortaya çıkıyor. En acısı ise sizin bunu yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek. Bir şey geliyor ama ne elle tutabilirsiniz, ne gözle görebilirsiniz, ne de duyabilirsiniz. Çaresizliğin ve mağlubiyetin kekremsi tadı. Yapabileceğiniz tek şey durumu “ti”ye almak ve acınızı biraz dindirmek. Zayıf yönü mü? Yok!

Yazan: oZzIiI
Edit: knighTeen87


Çıkartılmış Sahneler:
oZzIiI (Özgür’ün kendi ağzından):
Biri manipülasyon mu dedi! Etrafındakileri kullanmak, laf kalabalığı, mübalağanın dayanılmaz çekiciliği… Evet, şu an sizinle ölesiye taşşak geçiliyorsa Özgür saldırısını yapmış demektir. Özgür’e karşı dikkatli olmasınız, GERÇEKTEN DİKKATLİ olmalısınız çünkü söyleyeceğiniz yanlış bir kelime ya da kullanacağınız yanlış bir terim götünüzde patlayabilir. Ve sinirlendiğinde hedef sizseniz ya çoğunluğu sağlamalı ya da kaçmalısınız. Tabi Özgür’ün kendini kaybetmiş bir psikopat gibi saldırmasının yanında manipülasyon yeteneğini kullanabilmesi durumunda kendinize bir destekçi bulabilirseniz. Normal hayatta bir sokak dövüşçüsü, bir kumarbaz ve kurnaz bir dolandırıcı neyse laf dalaşlarında Özgür odur! O dur o olmasına da maceraperestlik kime hayır getirmişte Özgür’e getirsin! Ego kimin gözünü kör etmemişte Özgür’ün ki görsün.  İşte bu iki özellik en büyük salaklıkları! Durduk yere düşmanlar edinir. Saçma sapan saldırmaya başlar!



27 Haziran 2014 Cuma

Urfalı Lord (Mini Öykü)

Tarih: Ağustos 2013

KoSF ekibinde vahşi hayat tehlikelerle doludur. Sürüyle beraber gittiğiniz tatil bölgelerinde her an tetikte olmalı, akşam yemeği olarak yakaladığınız ava sonuna kadar sahip çıkmanız gerekir. Sürü üyeleri temiz hava, yorgunluk ve avın gece geç saatlerde tutulması sonucu oluşan açlık sebebiyle iyice vahşileşir. Özellikle aç ve vahşi bir Murat & Can ikisili kişi başı 30 köfte, 3 tabak makarna, yanında da 2,5 litre kola tüketip sonra da sizin avınıza çöreklenebilir, karşı koymanız durumunda da saldırganlaşabilir. Bu yüzden akşam yemeklerinde avın eşit şekilde parçalanması için ısrarcı olmalı ve sürü üyeleri doyana kadar dikkati elden bırakmamanız gerekir. Daha doğrusu gerekirmiş, ben de çok güzel şekilde öğrendim bunu…

Başı, sonu, unutulmaz intikamıyla her açıdan epik bir tatildi 2013 Kuşadası tatili. İşte gene güzel bir akşam yemeği vaktiydi (22:30-23:00 suları falan ) ve yemeğin sonlarına yaklaşıyorduk, sürü üyeleri sakinleşmiş gibiydi. Allah için de Özgür güzel yemek yapan bir adamdı. Herkes yemeğin tadını çıkarmış ve açlık hissi azaldıkça uysallaşıp rahatlamaya başlamıştı. Ben de aynı şekilde kendime gelmiştim, üstelik daha Kipa’dan alınan bir kutu çiğköfte de cila niyetine bekliyordu hiç dokunulmamış şekilde. Artık keyif yapabilirdim. 

Çiğ köfte kutusunun tamamen dolu olmasının verdiği rahatlıkla Özgür’le Galatasaray üzerine bir muhabbete giriştim. Masada futbol muhabbeti de güzel giderdi hani, tam bir zevk pezevengi olmuştum. Fatih Terim gider mi kalır mı üzerine yapılan bu hoş sohbet de taş çatlasa 50-60 saniye bir şey sürmüş fakat beni fazlasıyla tatmin etmişti. Artık %95’i dolmuş mideme 2-3 çiğ köfteyle cila yaparak hazzın doruklarına ulaşabilirdim.

Fakat medeniyet bizim yemek masamıza uğramıyordu işte. Bu aç hayvanlar, bu görgüsüz öküzler, bu medeniyetsiz ayılar, bu cibiliyetsiz sığırlar ne ara başardılarsa 50 saniye içerisinde bütün çiğköfteyi tüketmeyi başarmışlardı. Üstelik normalde alsak herkesin burun kıvırdığı ve yemediği  bir şeydi çiğ köfte. Ve şundan adım gibi eminim ki muhabbet esnasında çiğ köftelere yönelik pek fiziksel hareket de görmemiştik. Büyük ihtimal çiğ köfteleri el değmeden yiyebilmek için telekinezi yetenekleri kullanarak teker teker tabaktan kaldırmış, sonra havada uçurarak ağızlarına atmışlardı. Böylesi leş bir mutant grubuydular işte.

Hevesli elimin havada kaldığını gören Özgür götüyle gülmeye başladı “Birader buraya gelirken kahvaltıda benzer bir salaklığı Murat ve Can’ın arasına oturarak ben de yaptım ama dersimi aldım” dedi. Haklıydı. Bu insaniyetsiz eşşeklerden masadaki diğer insanlara da ayırma medeniliğini beklemek yalnızca benim gerizekalılığım olabilirdi. “Birader siz futbol konuşurken hızlı hızlı yedik biz onları” dedi Yiğit olacak lord bozuntusu bir de utanmadan.  “Ulan ben daha bir tane bile yemedim, ayıp insan en azından 1-2 tane ayırır!” diye haykırarak sitem ettim. Murat da gülerek “Korkma abi sana da ayırdık baksana kutuya iyice” dedi gülerek.

Kutuya baktım. Haklıydı. Yarısı yenmiş ve üzerinde gayet toynak ve azı dişi izleri olan yarım bir çiğ köfte beni bekliyordu. Ekipte gerçekten de hala diğer insanlara saygı göstermesini bilen gerçek bir Urfalı Lord vardı. Ve yaptığı hayrı ifşa etmemek için de mütevazılık kimliğini sonuna kadar saklıyordu…


KoSF ekibinde iyi ya da kötü yoktur. Sadece hayvanlar hayatta kalır…



21 Mayıs 2014 Çarşamba

KoSF Tatillerinde En Çok Göreceğiniz 10 Görüntü

Biliyorum biraz onedio tarzı oldu ama niyeyse durduk yere aklıma bu fikir geldi. Belki de tatil zamanı yaklaştığı içindir bilemiyorum. Her neyse, aslında çok fazla özel madde var ama ben en popüler 10 tanesini sizler için listeleyip açıkladım. Buyurunuz efendim:

1)      1) Sabah Uyandığınızda Tsu 2 Oynayan Özgür Görüntüsü
Tatil sabahları uyandığınızda muhtemelen sizi karşılayacak ilk görüntüdür. Sabah sizi uyandıran şey de bizzat oyunun 8-bit müzikleridir. Özgür bütün gece boyunca bölük parça 4-5 saat ya uyumuş ya da uyumamış, uyanınca da kendini Playstation’ın başına atıp Captain Tsubasa 2 oynamaya başlamıştır. Her tatilde bu oyunu bir kez bitirmeden tatilini bitirmez, gerekirse sırf bunun için tatilini bile uzatır. Onun için tatilde sigara içerek CT2 bitirmek ayrı bir şehvettir. Oyun birebir emülatörle oynanmasına rağmen maç kaybettiği zaman oyunun orijinalinden farklı olduğu konusunda ısrar eder.

2)      2) Yatmaktan Yorgun Düşen Yiğit
Tatil boyunca öylesine çok uyuyup yatışta bulunmuştur ki ayakta duracak hali bile kalmamıştır. Eğer kimse uyandırmazsa 4-5 gün aralıksız uyuyabilir, besin tüketmeye ya da işemeye ihtiyaç duymaz. Ama görevi gereği kısa süreliğine uyanır, yemeği hazırlar, çocuklarının karnını doyurur ve yatmanın verdiği enerji kaybına bir de yemek hazırlamanın getirdiği yorgunluk bindiği için tekrar gider yatar. Diğer kalan zamanlarda da andorid telefonunu parmaklar ve ekibi gülmekten ağlatır. Biraz da Murat’la didişir, sonra tekrar yatar. Daha işsizken bu kadar yorgun olan Yiğit çalışırken ne yapar heyecanla bekliyoruz.

3)      3) Sinirli Emre
Peygamber sabrı tatilde fazlasıyla tüketilir. Çünkü ekip 360 gün boyunca Soul Calibur’a elini bile sürmezken tatilde başından bile kalkmaz. Bütün sene laf ettikleri bu sikten oyunu oynamak için denize bile gitmezler. Hâlbuki Emre için yaz tatili, yılın diğer günlerinde yapamadığımız şeyleri yapabilmek için bir fırsattır. Ama ekip bunun yerine evden dışarı çıkmaz, playstation oynar, akşamları gezmez, sahilde güneşlenmez, yüzmez. Ev aramak için her sene saatlerce çırpınan Emre’nin bulduğu evde hiç çabalamayanlar tarafında da tatil boyunca eleştirilir. Böylece bütün sene tatili dört gözle bekleyen Emre sinirlenir. Akşama da gene normale döner.

4)      4) Gizemli Sapık
İlk tatilden bu yana ekibin peşini bırakmamıştır. İlk tatilde Emre’nin gözlüğü kırıp yarısını bavuluna, yarısını da götünün altına koymuş, ikincisinde evin her tarafına sakız yapıştırmış, üçüncüsünde evin erzaklarını güneşe çıkartarak bozmuş, geçen sene de Özgür’ün çakmağını her gün evin en imkânsız köşelerine saklayarak kendisine beyin kanaması geçirtmiştir. Kendisini hiç görmezsiniz, fakat varlığından eminsinizdir. Bir nevi Allah gibi bir şeydir.

5)      5) Denize Gitmekten Vazgeçen Çağatay
Tatil boyunca her gün ertesi gün için denize gitmeye söz verir ama her seferinde vazgeçer. Bir haftalık tatil boyunca maksimum 1, eğer galaksideki çeşitli gezegenler hizaya gelirse de bilemedin 2 kere denize gider. Denize gider dediğime de bakmayın, gerçekten de sadece gider, denize girmez. Mısır ve bira tüketerek sahilde mızmızlanır ve ne zaman eve geri döneceğimizi sorup durur altın gününde sıkılan çocuk gibi. Kendisini denizde yüzerken görebilmek tarih boyunca şahit olabileceğiniz en nadir görüntülerden biridir. Bu huyu yüzünden sahilde oturmaktan bile feci zevk alan Emre’yi deli eder. Ama tartışmayı her seferinde Çağatay kazanır ve ertesi sabah denize gitmekten vazgeçer.

6)     6) Kasaya Kilitlenen Bal – Kaymak
Ekip tatil boyunca yemek söz konusu olduğunda bütün kibarlığını ve adab-ı muaşeret kurallarını tamamen yitirir. Hâlbuki yıl içerisinde böyle bir durum yaşanmamaktadır. Öyle ki kendini kaybeden bu marjinal çapulculara Yüksek İngiliz Lordu Sör.Ciğithan Yivil bile dahil olur. Akşam yemeklerinde sofra, 2 ay aç gezen Somalileri bile gölgede bırakacak bir hayvanlıkla talan edilir. Kahvaltı için alınan bal-kaymağın dağıtımı konusunda adaletsizlik yaşanmaması için Özgür tarafından kilitli kasaya kaldırılır, dağıtımı sabahları gene karneyle Özgür tarafından yapılır. Benzer bir durum elini çabuk tutanın 35 köfte yememesi için akşam yemeklerinde de yaşanır. Lakin ekip Özgür’ün adaletine saygı duyar ve dağıtım esnasında ses çıkarmaz. Fakat başkalarına ait erzak ev abur-cuburların gizlice tüketilmesine henüz bir çare bulunamamıştır.

7)      7) Can Teyze
Tatil süresince oyun oynayan hiç kimsenin performansını beğenmez. Perfect aldığınız maçlarda bile bir kusur bulur, oynarken yarım metre yanınıza oturarak hiç susmaksızın karı gibi sizi iğneleyerek konuşur da konuşur, gerçek bir Türk kızı ilişkisi yaşatır. Tamamen götlük amacıyla yaptığı bilindiği halde maruz kalan kişi gerçekten de sinirlenir, kendinize hakim olmanız mümkün değildir. Eşinden yeni ayrılmış ve her şeyin en iyisini hak eden çirkin Türk kadını tatminsizliğini birebir taklit eder fakat bu yeteneğinin kaynağı bilinmemektedir. Genelde bu konuyu da çok kurcalattırmaz.

8)      8) Plaj Terörü ve Tatile Parasız Gelmekte Israr Eden Gerizekalı(lar)
Ekibin temelleri 2005’te atılmasına rağmen bir türlü fakirliği yenememiştir. Tatile eğer 2-3 kişi biraz paralı geliyorsa diğerleri tamamen fakir gelir. Bu yük de ağırlıklı olarak önce Özgür’ün, sonra da Emre’nin g*tüne girer. Çünkü yaşlar 30’a yaklaşmasına rağmen hala para biriktirmeyi beceremeyen gerizekalılar illa ki çıkar. Daha da beteri bunun için daha aptalca açıklamalar getirmeye çalışırlar, hâlbuki tatile 1 hafta kala çılgınlar gibi para harcadıklarını herkes bilir. Bu sebeple fakirlikten sahile inildiğinde maksimum 1-2 şemsiye ve şezlong tutulur, bunun altına kürt klanı gibi 7-8 kişi sığışılır, sonra da kadınların bizi beğenmesi beklenir. Bu çulsuz ve dip dibe erkek grubu da plajı fazlasıyla huzursuz eder. Yiğit’in Rayban’ı bile bu konuda olumlu bir etki yaratamamaktadır.

9)      9) Murat’ın Fantastik Benzetmeleri ve Taklitleri
Eğer Murat tatile gelebilirse kahkaha oranı minumum 8 katına çıkar. Özellikle sinirlenmeye başladığı anlarda öylesine fantastik benzetmeler yapar ki ekibin gülmekten gözyaşları sel olur akar. “Ayı siken sincap gibi yemek”, “Açlıktan kolonları kemirmek” bunun en güzel örneklerindendir biridir. Denizdeyken yaptığı “Mantar alınca büyüyen Mario “ taklidi kaç kez izlenirse izlensin aynı etkiyi yaratır. “Yıldız alınca hızlanarak küfreden Mario” da aynı derecede epiktir. Formda olduğu zamanlarda laf dalaşına girmek akıllıca değildir, çünkü öyle saçma benzetmeler yapar ki kurtuluş mümkün değildir. Ama siz kendisi hakkında doğru bir tespit de bulunduğunuz zaman “Ne alakası var?” der. Özellikle Yiğit’le olan didişmeleri insanlık tarihinin en komik anlarını oluşturur

10)   10) Evden Hiç Çıkılmadığı Halde Şehir Merkezinde Ev İstenmesi
         Ekibin geri zekâlılığına delalettir. Akşamları biraz çıkıp dolaşmak isteyen Emre’ye ağır şekilde küfredilir, kesinlikle dışarı çıkıp geldiğimiz tatil beldesi gezilmez ama ekip her sene oldukça merkezi bir yerde ev tutmak konusunda ısrar edilir. Dışarı çıkmak teklif edildiğinde de “Ne yapcaz ki?”, “Yürücez sadece” gibi inanılmaz cevaplar alınır. Çünkü beldedeki diğer insanlar JetPack’le gezip bulutların arasında seks yapmaktadır. Bu sebeple “yürüyerek gezmek” eylemi ekibe oldukça saçma gelir. Zaten aynı gece içerisinde çok fazla güzel kız gören Yiğit üzülmeye başlar, morali bozulur. Benzer bir durum da lüks eşyalı ev tutmak konusunda yaşanır. Çünkü 18. Yüzyıldan kalma, meşe ağacından oyulmuş civotre bir yemek masasını g*tümüze sokmak daha çok zevk vermektedir. 

2 Mart 2014 Pazar

Game of Pyramid Hanedanları

-House Rhonanthor-
  : Beni RÖRlerken Duyun

                Alsancak Kayası'nın Rhonanthorları, köklerinin Kahramanlar Çağı'nın efsanevi godoşu Gerçek Gerizekalı Lann'den gelmesiyle övünürler. Alsancak Kayası'nın altın madenleri ve babaannelerden kalan miraslar onları büyük hanedanların en zengini yapmıştır. Zenginliklerini diğer hanedanların gözüne sokmaları ancak yaz mevsimi geldiğinde hazine borçlarının artmasıyla Didim Kral Turnuvaları'na beş parasız katılmalarıyla ünlüdürler.
                Resmi sözleri “Beni RÖRlerken Duyun” olsa da halk içinde ve özellikle umumhanelerde yaygınlaşmış olanlar arasında “Kafasız 25 cm”, “Sadece gidiş geliş 1,5 saat”, “Daha önce 55 kızla yattım”, “Herkes memnun” ve benzerleri bulunur.
                Armaları kırmızı zemin üzerinde altın sarısı Küçük Prensestir.

-House Knighteen-
  : Yaz Geliyor

                Yazyarı Knighteenleri yaz mevsimini çok sevmeleri ile ünlüdürler. Soyları Titreyen İnsanlara dayalı olan Knighteenler, sık sık kıştan ve soğuk havadan hoşlanan insanları anlayamadıkları üzerine duyuru yayınlayıp, yağmuru romantik bulan hanedanları alaya alırlar.
                Yaz mevsiminin verimliliğini, hayatın bedende varoluşunu ve evrensel canlılığı, büyük memelere olan ilgileri ile vurgularlar. Diyarın tüm hanedanları içerisinde en fazla sabır sahibi olan Knighteenler, iyi niyetlerinin suistimalinden şikâyetçidirler.
                Knighteen hanedanının arması siyah zemin üzerinde, boynuzgiller familyasının en kutsal türü olan beyaz ve asil duruşlu Titrek Mandadır.

-House Byakko-
  : Onur, Ayyaş, Boş Muhabbet

                Fatih Aegon'a kafaları güzel olduğu için ilk bağlılık yemini veren ailelerdendir. Bunun üzerine Aegon, Ayyaşova topraklarının hâkimiyetini Byakkolara vererek onları ödüllendirmiştir. Günümüzde bile Byakko hanedanının ne olup da Ayyaşova topraklarının sahibi olduklarından haberleri yoktur.
                Diyar topraklarının en köklü ailelerinden olan Byakkolar ilişkilerini diğer hanedanlarla arkadaşça yürüterek ve sadece konuşarak var olabilmişlerdir. Halk arasında bilinen sözleri ise “Daha önce siktiğim için yine ben sikmiş sayılıyorum”dur.
                Armaları, mor zemin üzerindeki yeşil, Sıvı Formuna Geçmiş Adamdır.

-House Lyzard-
  : Biz Godoş Yetiştirmeyiz

                Mağara Adalı Lyzardlar soylarının Kahramanlar Çağı'nın Kaptan Mağara Adamı’na dayandığını söylerler. Yüzyıllar boyu hanedanlar arası ilişkilerde sert ve sıkı bir tutum izlemişler, bir mağara adamı ve tuz karısının asla kanka olamayacağına inanmışlardır.
                İçince o sert kabuklarından ayrılıp yumuşacık bir adam oluveren Lyzardlar, kendilerinin pek çok konuda en iyi olduklarını söylemekten çekinmezler. Diyar savaşlarında her zaman uzaktan gözlemleyerek, kazanan tarafta yer almalarıyla bilinirler.
                Lyzard hanedanı arması yeşil zemin üzerinde, yerde yatan bir kadını saçından tutup çekerek yürüyen kırmızı mağara adamıdır. 

-House Özlil-
  : Sübvanse, Bohem ve Cvotre

                Soyları kuzeyli yabanılların ve varoşların bu isimle anılan ilk Kralı olan I.Sülo'ya (nam-ı diğer Çukur) dayanan Özliller, diyarın diğer hanedanlarından magandalıkları sebebiyle ayrılırlar. Toplu alanlarda, düğünlerde, turnuvalarda yüksek sesle küfür ve rencide, kamera karşısında akıl almaz fotojeniklik ve diyarda anlatılan en efsanevi hikâyelerin merkezinde yer almaları iyi bilinen özellikleridir.
                Kahramanlar Çağı'nın tehlikeli haydudu Çiçekçi, Beş kralın savaşı döneminin yüce Ata Duvar Yıktıran'ı ve kızların gelip teklif ettiği Yakışıklı Kadir bilinen efsanevi Özlil hanedanı üyeleridir.
                Armaları turkuaz-beyaz damalı zemin üzerinde, oldukça gösterişsiz bir Tepe ve üstündeki kötü çizimli Gül'dür.

-House Ralf-
  : Bana Laf Orospuluğu Yapma, Ben Daha Orospuyum

                Sanayici Devriminde ilk kez adından söz ettiren Ralf hanedanı gerek yaşanan çağ sebebiyle, gerek bulunduğu vahşi coğrafyanın etkisiyle bilinen en eğlenceli ve kulağa hoş gelen küfürlerin sahibi olmuştur.
                Soylarını gururla dayandırdıkları hobbit dostu, Kral Leşsever'in diyarda cebinden bir hobbit ordusu çıkarabilecek tek kral olduğu gerçektir. Paralı askerleri ile ünlü olan hanedan, büyük savaş dönemlerinde en iyi ödemeyi yapan tarafın yanında yer almış, bu şekilde olayların gidişatını değiştirmiştir.
                Ralf hanedanının arması haki askeri kamuflajlı zemin üzerinde beyaz Pimi Çekilmiş El Bombasıdır.


Yazan: Byakko

21 Şubat 2014 Cuma

Özgür's Seven



Tarih: Ağustos 2013

…Şöyle bir etrafıma bakındım. Gerçekten de bu sessizlik hayra alamet değildi. Didem’le göz göze geldik. Bu bakışları çok iyi biliyor ve tanıyordum. Deliliğin bir önceki adımında edinilen türden bakışlardı bunlar. Zira elindeki plastik bal kabının kapağını açarak beni yanıltmadı. Hep beraber uçurumun kenarından atlamaya hazır gibiydik. Yiğit elinde mutfak malzemeleri, Çağatay ufak bir bıçak, Merve’yse ruhu kadar simsiyah bir poşet tutuyordu. Can’ın ise neyi tuttuğunu bilmek bile istemezsiniz. Derken ateşi harlayan kıvılcım elinde kocaman bir mutfak bıçağıyla aramızda belirdi. Bu haliyle seri bir katilden farksız görünen Özgür hepimize döndü ve:

“Hazırsanız başlayalım?”

-1 Hafta Önce-
Her sene tatile gitmeden önce yaşadığımız rutinleri burada tekrar yazmak istemiyorum. Özetle ben, Çağatay ve Özgür’un uygun bir ev bulmak için g*tünü yırttığı, Can ve Yiğit’in biz çılgıncasına ev ararken yanımızca sürekli olarak karı gibi mızmızlandığı bir arayıştı bu. Tek bir farkla, ekibin bu seneki evden beklentileri maddi gelirlerinde 10 liralık bir artış bile olmamasına, hatta geçen seneye oranla daha da azalmasına rağmen inkâr edilemez derecede artmıştı. Zira artık hiçbir evi, hiçbir tatil semtini, hatta hiçbir mobilya ve ev eşyasını beğenmiyorlar, Çeşme ve ya da Bodrum’un göbeğinde herkesin kendi odası, lüks eşyaları, kişisel banyo ve jakuzisi olan, denize sıfır ve günlük ücreti maksimum 60 lira olan şatolar istiyorlardı.

Büyük ihtimalle bu yazı bitince altında “Zaten Emre buldu salak evi aq” gibisinden hıyarca yorumlar göreceksiniz. Lakin bu kadar az para ödeyip 100 katı lüksünü istemeye yüzü tutmak da her baba yiğidin harcı olmadığından evi bulmak korkunç zor bir hale gelmişti. Ben, Özgür ve Çağatay’ın saatler süren arayışı, Can ve Yiğit’in saatler süren Playstation oynayışı sonucu maksimum 2-3 ev çıkarabilmiştik ki bu şerefsizler onların da hiçbirini beğenmemişti. Gelgelelim gerek Can ve Yiğit’in oturduğun yerden Playstation oynayarak harika bir yazlık ev bulunup ayarlanabileceğine dair inançları, gerekse tüm ekibin elini ultra yavaş tutması sebebiyle bu sona ayırdığımız üç yazlıktan da sadece bir tanesi müsaitti, o da ufacık da olsa bir havuzu olan, Kuşadası’nda tripleks bir yazlık. Zira bunca yıldır Didim’e o kadar çok gitmiştik ki yaklaşan belediye seçimlerinde adaylığımı koysak büyük ihtimalle de kazanırdık. Tabi tahmin edersiniz ki arayışın sadece ilk saatlerinde Didim’e gitmek istemediğim, sonra gayet de Didim’de ev aradığım, ilanlar başında saatlerimi geçirdiğim, hatta bu ev tek seçenek olduğu gerçeğine rağmen ihale şu an ne hikmetse bana kalmış durumda. Ama evlerdeki koltukların şekillerini, Karaburun gibi tatil beldelerini beğenmeyenler ve kılını bile kıpırdatmayanlar ise tamamen masum.

Öyle ya da böyle ev bir şekilde ayarlandı ve yola çıktık. Ama bir şeylerin çok ters gideceğini baştan anlamalıydık çünkü hem kimse gecikmediği gibi dalağı da patlamamış, hem de yolculuğumuz inanılmaz eğlenceli geçiyordu. Hatta serpme kahvaltı yapmak için oturduğumuz yerde o kadar çok güldük ki ben hayatım boyunca kesinlikle o kadar güldüğümü hatırlamıyorum. İnanın sırf üzerine apayrı bir yazı yazılabilecek kadar komik ve atraksiyonlu bir kahvaltı olmuştu. Lakin bilmiyorduk ki açlıktan dükkânın kolonlarını yiyeceğimiz o kahvaltı (teşekkürler Murat) felaketten önceki son dönemeçti.

Kahvaltı bitince ekibimizin halka ilişkiler sorumlusu Özgür, ev sahibini aradı yaklaştığımı haber vermek üzere. Ama adam kesinlikle Özgür’ün sorularına cevap vermiyor, anlattıklarını dinlemiyordu. Zaten genelde ev sahipleri Özgür’ün telefondaki sorularına cevap vermezdi (bkz. TatilGünlükleri#2: Bir Yol Hikayesi ). İçimize biraz kurt düşüp kemirmeye başlasa da yola çıktık ve bir şekilde adını s*ktiğimin Altın Kuş tatil sitesine dair bir iz bulduk. Lakin bulup bulacağımıza gayet pişman olduğumuz bir iz oldu bu, çünkü sahil yol ayrımının sağ tarafında kalırken siteye giden yol anasının *mına kadar içeri gidiyordu. Hâlbuki ev sahibi olacak pezevenk bize yazlığın denize oldukça yakın olduğu konusunda ısrar etmişti. Hangi türden bir gerizekalı denize yakın kilometrelerce kare alanlar dururken dağı oyup dibine yazlık kurardı ki? Lakin böylesi bir yazlık kaktırılabildiğine göre biz daha da gerizekalı olmalıydık.

Yavaştan midemize oturan taşla evi bulabildik. Gayet de denize uzak sayılabilecek, ıssız ve oldukça boktan bir siteydi burası, zira bizimkisi hariç çevremizdeki bütün sitelerin de kendi havuzu vardı. Ama biz havuzsuz olanı elimizle koymuş gibi bulmuştuk tabi. Arabayı sitenin önüne bırakıp adama telefon ettik. Yazlıkların birinden 50-60 yaşlarında, üstü çıplak, beyaz saçlı ve gözleri bomboş bakan bir adam bize doğru geliyordu. Zira bakışları öylesine boş ve anlamsızdı ki bunun tek bir açıklaması olabilirdi. Adamın kafası bildiğin Requiem For A Dream ya da Trainspotting filminden fırlamışçasına yüksekti ve saat daha sabahın 10’u falandı. Özgür hepimize dönüp “y*rrağı yedik beyler” bakışı attıktan sonra kafası Duman’ın vokalinden daha dumanlı adamı takip etmeye başladık. Lakin ne yazık ki korkularımız konusunda gene yanılmadık çünkü yaşları 30 ile 50 arasında değişen 3-4 adam bildiğin Duman grubunu çoktan evde kurmuşlardı.

“Kusura bakma Özgürcüğüm bayramda buradaydık da biz, eğlendik biraz, dağıttık. Ama sabah topladık evi.” dedi adam. Tabi ki her psikopat, otçu, keş, ayyaş ya da sorunlu adam olarak 6 kişilik ekipten sadece Özgür’ü muhatabı olarak alıyordu. Eve şöyle bir baktık. Görünüş olarak hiç de fena olmasa da temizlik ne kelime, evi bildiğin bok götürüyordu ve bariz biçimde Requiem For A Dream’in devam filminin çekimleri daha yeni bitmişti. “İsterseniz bir çıkın evi gezin” dedi ve biz o an ekip tarihimizin en moron, en gerzekçe, en beyinsizce, en özürlüce hatasını yapıp, alt kattaki salona güvenerek “Yok abi gerek yok” dedik ve parayı tıkır tıkır eline saydık. Onca yıldır akıllı geçinmemize rağmen aramızdan hiçbiri çıkıp da demedi ki “Abi n’olur s*ktirip gidelim buradan, başka ev bakalım”. Ama ne de olsa zavallı Çağatay zar zor yazdırdığı yıllık iznini iptal edemezdi ve ta Ankara’dan gelen Özgür’ün de başka bir fırsatı yoktu.

Parayı alan adamlar kaçarcasına gittiler. Biz de çaresiz evi dolaşmayı başladık. Evin yakın olduğu deniz bildiğin babaanne, dede, sarkık 100 kilo teyze plajlıydı ve Long Beach’e de yürüyerek 20dk mesafedeydi. Evdeki tek sorun bu olsa katlanabilirdik fakat ilk bomba derhal en üst kattan geldi ve Çağatay “Beyler buradaki kanepeye kusmuşlar!” diye seslendi. Hakikaten de küçük odanın içindeki kanepeye en fazla birkaç saat önce kusulmuş ve üzerine de bir bohça olduğu gibi koyularak kamufle edilmeye çalışılmıştı, silinerek değil. Daha bu şoku atlatamamışken bu sefer bir alt kattan Can bağırdı ve “Abi buradaki yatağa işemişler, sidik kokuyor bu oda!” dedi. Şaka olması için dua ederek bu sefer alt kata koştuk fakat şaka değildi. Yataklardan biri, dolayısıyla da oda buram buram sidik kokuyordu. Yatağın üzerindeki kurumuş Afrika kıtası şeklindeki sidik lekesini fizyo-terapistimiz Yiğit “Bu evde yatalak bir hasta varmış abi” şeklinde açıklasa da ben kişisel olarak yatağın direkt çöplükten alınıp eve getirildiğine inanıyorum.

Evdeki sorunlar, daha doğrusu yalanlar tükenmek bilmiyordu. Evdeki yatak sayısı adamın iddiasından çok daha azdı, ev belki de aylardır temizlenmemişti, denize uzaktı, eşyalar dökülüyor, ocak sorunlu, hatta televizyonun kumandası bile çalışmıyordu. Sağ da solda bırakılan ot ve sarma kalıntıları da cabasıydı. Ne yapacağımızı bilemez ve şok bir halde artık ne olursa olsun dedik ve evden vazgeçtiğimizi söyleyip paramızı iade etmesi için adama telefon ettik. Lakin adamlar İzmir yolunu yarılamıştı bile ve Özgür’ün tüm çabalarına rağmen “Siz halledersiniz abicim, seni seviyorum Özgürcüm, kusmadık biz, bok çük” diyerek durumu kabul etmiyorlardı. Durum çok açık ve netti, 10 yıla yaklaşan ekip tarihimiz boyunca en sağlam kazığımızı yemiştik. 

Lütfen samimiyetime inanın, bu durum öylesine sinirimi bozmuştu ki askerde başlayan anksiyetem tekrar nüksetmişti. Zira bütün askerliği bu tatilin hayaliyle canlı olarak atlatmıştım. Ve daha ilk gününden her şey boka sarmıştı. Vücudumu ateş bastı, halsizleştim ve elim ayağım düşmüş biçimde kendimi koltuğa bıraktım. Özgür ise paramızı geri almanın tek yönteminin İzmir’e dönüp adamları dövmek ve kalan günleri polislerle uğraşarak geçirmek olduğundan bahsediyordu. Anlayacağınız artık tecavüzden zevk almanın yolunu bulmalı ve en azından geri kalan günleri bok etmemeliydik. Hayat size limon veriyorsa limonata yapmayı öğrenmeniz gerekir derler ne de olsa.

Büyük şoku atlattıktan sonra işe giriştik. Bütün o çarşaflar tarihin ilk örneği olan çamaşır makinesinde yıkandı, sidikli yatak dışarı atıldı, bütün ev baştan aşağı temizlendi, alışverişler yapıldı, hatta playstation oynayabilmek için TV’ye kumanda bile aldık. 1-2 gün içinde şoku atlattıktan sonra da normale döndük. Ve inanın şimdi hepimiz o tatili gayet güzel anıyoruz çünkü sistemi oturttuktan sonra tatil gerçekten de acayip eğlenceli geçmişti. Murat’ın gelişi tatildeki kahkaha sayısını 8’e çıkarmış, inanılmaz gülmüş, çatlama derecesinde Playstation oynamış, Vampir-Köylü oyununu dostluğumuzun temelini sallayacak kadar ciddiye almış ve pek fazla kişinin eşlik etmektense evde uyumayı tercih ederek beni feci sinirlendirdiği sahil maceralarımızda acayip eğlenmiştik. Hatta ayıptır söylemesi tatilin son 3-4 günü ben ve Çağatay’ın hatunların da tatile katılması ikimizin adına tatili daha da bir ballandırmıştı, heh heh. Ama gene de hepimiz çok iyi biliyorduk ki ev sahibi olacak g*tverenden intikamımız çok acı olacaktı.

Nitekim tatilin son günü geldi çattı, bavullar toplandı ve hepimiz salonda topladık. Artık intikam zamanıydı…
Şöyle bir etrafıma bakındım. Gerçekten de bu sessizlik hayra alamet değildi. Didem’le göz göze geldik. Bu bakışları çok iyi biliyor ve tanıyordum. Deliliğin bir önceki adımında edinilen türden bakışlardı bunlar. Zira elindeki plastik bal kabının kapağını açarak beni yanıltmadı. Hep beraber uçurumun kenarından atlamaya hazır gibiydik. Yiğit elinde mutfak malzemeleri, Çağatay ufak bir bıçak, Merve’yse ruhu kadar simsiyah bir poşet tutuyordu. Can’ın ise neyi tuttuğunu bilmek bile istemezsiniz. Derken ateşi harlayan kıvılcım elinde kocaman bir mutfak bıçağıyla aramızda belirdi. Bu haliyle seri bir katilden farksız görünen Özgür hepimize döndü ve:

“Hazırsanız başlayalım?”

Herkes derhal noktasına görev noktasına dağıldı. Zira günlerdir bu intikamı Özgür’ün önderliğinde Ocean’s Eleven gibi profesyonelce planlıyorduk. Planımız belliydi: Eve bilerek yapıldığı belli olmayan, yanlışlık ve dikkatsizlik sonucu ortaya çıkmış gibi, kolay kolay tespit edilemeyen çeşitli zararlar vermek. Bu sebeple Çağatay elindeki ufak bıçakla mutfaktaki lavabonun altındaki boruya ufak bir kesik açıyordu. Böylece adamlar günlerce sorunun ne olduğunu anlamayacak, fakat mutfağı korkunç bir koku kaplayacaktı. Yiğit ise daha stratejik bir hamle planlamıştı. Şarap ve şişe açacakları, alkol bardakları, salata tabağı gibi ayyaşlar için yeri kolay doldurulamayacak pek çok malzemeyi dışarıdaki çöp tenekesine atıyordu. Bendeniz, adam evden çıkarken bütün eşyaları hırsızlığa karşı evin içine almamızı söylediği için masalar, sandalyeler, tekli koltuklar gibi pek çok eşyayı dışarı çıkarmakla meşguldüm. Özgür ise daha net çalışıyor, çamaşır makinesi ve elektrikli duşun su borularını arkadan olduğu gibi kesiyordu. Diğer yandan gene adam uyarmış olmasına rağmen devir-daim motorunu hiç çalıştırmadığımız ufak havuzun rengi artık yeşile dönmüş ve resmen yosun tutmaya başlamıştı. Umarız tabi ki içeri almadığımız motoru da hurdacılar çalmıştır.

Tabi kızlar ise bizim kadar merhametli değildi. Didem eline aldığı bal kabını adeta bir bal tabancasına çevirmiş, mutfağın çeşitli bölgelerine seri biçimde acımasızca ateş ediyordu. Hedef olarak da dolap ve buzdolabı kapakları, tezgâh üstü, koltuk arkası gibi insanı çileden çıkartacak kilit noktaları hedef almıştı. Büyük ihtimalle birkaç gün içinde mutfakta büyük bir karınca medeniyeti kurulacaktı. Merve ise pek çok kadın ped’ini klozete atıp sifona çekmekle meşguldü. Böylece kısa sürede tuvaleti tamamen tıkamayı başarmıştı. Bu da tuvaletin suyunun taşacağı ve eve en azından 300-400 liralık masraf çıkacağı anlamına geliyordu. Lakin iki kız bununla da yetinmemişler ve dolabın fişini çekip içine kısa sürede bozulup kokacak bilumum gıda malzemelerini de yerleştiriyorlardı. Ben ve Çağatay gerçekten kimlerle beraber olduğumuzu aslında o gün öğreniyorduk.

Asıl bombayı ise en sona saklamıştık: Günlerdir sıçmayan Can. Zaten kokudan zehirlenmemek için bu işlemi en sona bırakmak zorundaydık. Herkesin üzerine düşen görev hallolunca Can vakur bir tavırla Merve’nin tıkadığı üst kattaki tuvalete girdi. Çok değil birkaç dakika sonra üst kattan aşağıya gelen koku öylesine yoğun, öylesine pekti ki Can’ın görevinin hakkını verdiği ziyadesiyle belli oluyordu. Hepimiz kokuya daha fazla dayanamayıp evden mutlu bir şekilde kaçıştık. Çünkü biliyorduk ki Can’ın tıkalı tuvalette bekleyen biyo-kimyasal boku birkaç gün içinde mutant bir canlıya dönüşüp evi gezmeye başlayacaktı. Günlerce Can’ın dışkısının beklediği eve girecek olan kişiye düşmanım bile olsa Allah sabır versin gerçekten.

Bu son ölümcül darbeden sonra kapıyı çekip çıktık. Lakin büyük bir aptallık yapmıştık: Anahtar hala içerideydi. Anahtarı da adama teslim edeceğimizden mutlaka geri almamız gerekiyordu. Birkaç dakika boyunca ne yapmamız gerektiğini düşündük, zira bu ibnenin evine çilingir parası vermek bile haram sayılırdı. Gelgelelim bunu da bir fırsat bilen Özgür kısa sürede evin dışındaki ince metal kirişlere tırmanıp, hepsini ağırlıyla bir güzel büktü ve balkondan içeriye girdi. Balkonu kilitlemeyerek ne büyük bir iş yapmış olduğumuzu o an anladık. Lakin Özgür evin içinde olmasına rağmen Çağatay boş durmadı ve şaşkın bakışlarımızın arasında kenardan kaptığı kazmayla aşağıdaki sürgülü kapının kilidini hayvan gibi söktü. Bildiğiniz bir aksiyon filmi sahnesinden farksızdı. Çağatay’ın kilidi parçaladığını gören Özgür salağa döndü ve anahtarla beraber Çağatay’ın açtığı kapıdan dışarı çıktı. Nihayetinde parçalanmış kilidi yalandan yerine oturtup mutlu mesut biçimde yola koyulduk. İntikam tamamlanmış, evin adeta *mına koyulmuştu. İnanın anlatmayı unuttuğum daha pek çok zarar da olabilir.

En sonunda “Acaba daha eve nasıl zarar verebilirdik ki?” konulu hararetli yolculuğumuzun ardından İzmir’e geri döndük. Biraz sonra anahtarı *rrospuçocuğuna geri teslim edecektik ve eğer elektrik parası konusunda ısrar ederse de kesin olarak dövecektik, kararlıydık. Size yemin ederim ki benim gibi ultra peygamber sabırlı bir adam bile adamı dövmek için yanıp tutuşuyordu. Tabi adam şanına yaraşır biçimde utanmadan elektrik parasını da  istedi ama sağ olsun Özgür birkaç akıl oyunu, biraz “Abi biz seni çok sevdik, evi seneye de tutacağız” ile adamı caydırmayı başardı. G*t herif gene de “Hafta sonu gideceğim yazlığa, faturayı ben size yollarım” gibisinden şeyler mırıldansa da he diyip oradan ayrıldık.

Lakin işin ilginç tarafı şu: Evin resmen avratını s*kmiş ve üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen bizi hiç kimse geri aramadı, ulaşmaya falan çalışmadı. Hem de elinde bal gibi telefonumuz olmasına rağmen. Peki, bu adam yazlığa bir daha hiç mi gitmemişti? Halbuki daha yazın bitmesine çok vardı. Yoksa evin halini görünce kalp krizi geçirip ölmüş müydü, işte bunları gerçekten merak ediyoruz. Ama bence işin açıklaması tam da Özgür’ün düşündüğü gibi:

“Bence adam evi gördü ve alması gereken mesajı aldı beyler…”

Not: Bu seneki yaz tatili çok ilginç olacak. Çünkü Çağatay askerde ve izin alıp gelmezse tatilde yer almayacak. Ayrıca ben ve Özgür de gerçekten yoğun çalıştığımız için sizin anlayacağınız ev bulma işi Can ve Yiğit’e kalıyor. Bakalım uzanıp karı gibi mızmızlanarak ev ayarlanabiliyor mu hep birlikte göreceğiz. Zira sorunun cevabını öğrenmek ve ilk fırsatta orospu gibi tepelerine binmek için g*tlerinin dibinde olacağım. Sevgilerle...