Tarih: Ağustos 2013
…Şöyle bir etrafıma bakındım. Gerçekten de bu sessizlik
hayra alamet değildi. Didem’le göz göze geldik. Bu bakışları çok iyi biliyor ve
tanıyordum. Deliliğin bir önceki adımında edinilen türden bakışlardı bunlar.
Zira elindeki plastik bal kabının kapağını açarak beni yanıltmadı. Hep beraber
uçurumun kenarından atlamaya hazır gibiydik. Yiğit elinde mutfak malzemeleri,
Çağatay ufak bir bıçak, Merve’yse ruhu kadar simsiyah bir poşet tutuyordu.
Can’ın ise neyi tuttuğunu bilmek bile istemezsiniz. Derken ateşi harlayan
kıvılcım elinde kocaman bir mutfak bıçağıyla aramızda belirdi. Bu haliyle seri
bir katilden farksız görünen Özgür hepimize döndü ve:
“Hazırsanız başlayalım?”
-1 Hafta Önce-
Her sene tatile gitmeden önce yaşadığımız rutinleri burada
tekrar yazmak istemiyorum. Özetle ben, Çağatay ve Özgür’un uygun bir ev bulmak
için g*tünü yırttığı, Can ve Yiğit’in biz çılgıncasına ev ararken yanımızca
sürekli olarak karı gibi mızmızlandığı bir arayıştı bu. Tek bir farkla, ekibin
bu seneki evden beklentileri maddi gelirlerinde 10 liralık bir artış bile
olmamasına, hatta geçen seneye oranla daha da azalmasına rağmen inkâr edilemez
derecede artmıştı. Zira artık hiçbir evi, hiçbir tatil semtini, hatta hiçbir
mobilya ve ev eşyasını beğenmiyorlar, Çeşme ve ya da Bodrum’un göbeğinde herkesin
kendi odası, lüks eşyaları, kişisel banyo ve jakuzisi olan, denize sıfır ve
günlük ücreti maksimum 60 lira olan şatolar istiyorlardı.
Büyük ihtimalle bu yazı bitince altında “Zaten Emre buldu
salak evi aq” gibisinden hıyarca yorumlar göreceksiniz. Lakin bu kadar az para
ödeyip 100 katı lüksünü istemeye yüzü tutmak da her baba yiğidin harcı
olmadığından evi bulmak korkunç zor bir hale gelmişti. Ben, Özgür ve Çağatay’ın
saatler süren arayışı, Can ve Yiğit’in saatler süren Playstation oynayışı
sonucu maksimum 2-3 ev çıkarabilmiştik ki bu şerefsizler onların da hiçbirini
beğenmemişti. Gelgelelim gerek Can ve Yiğit’in oturduğun yerden Playstation
oynayarak harika bir yazlık ev bulunup ayarlanabileceğine dair inançları,
gerekse tüm ekibin elini ultra yavaş tutması sebebiyle bu sona ayırdığımız üç
yazlıktan da sadece bir tanesi müsaitti, o da ufacık da olsa bir havuzu olan, Kuşadası’nda
tripleks bir yazlık. Zira bunca yıldır Didim’e o kadar çok gitmiştik ki
yaklaşan belediye seçimlerinde adaylığımı koysak büyük ihtimalle de kazanırdık.
Tabi tahmin edersiniz ki arayışın sadece ilk saatlerinde Didim’e gitmek
istemediğim, sonra gayet de Didim’de ev aradığım, ilanlar başında saatlerimi
geçirdiğim, hatta bu ev tek seçenek olduğu gerçeğine rağmen ihale şu an ne
hikmetse bana kalmış durumda. Ama evlerdeki koltukların şekillerini, Karaburun
gibi tatil beldelerini beğenmeyenler ve kılını bile kıpırdatmayanlar ise
tamamen masum.
Öyle ya da böyle ev bir şekilde ayarlandı ve yola çıktık.
Ama bir şeylerin çok ters gideceğini baştan anlamalıydık çünkü hem kimse
gecikmediği gibi dalağı da patlamamış, hem de yolculuğumuz inanılmaz eğlenceli
geçiyordu. Hatta serpme kahvaltı yapmak için oturduğumuz yerde o kadar çok
güldük ki ben hayatım boyunca kesinlikle o kadar güldüğümü hatırlamıyorum. İnanın
sırf üzerine apayrı bir yazı yazılabilecek kadar komik ve atraksiyonlu bir
kahvaltı olmuştu. Lakin bilmiyorduk ki açlıktan dükkânın kolonlarını
yiyeceğimiz o kahvaltı (teşekkürler Murat) felaketten önceki son dönemeçti.
Kahvaltı bitince ekibimizin halka ilişkiler sorumlusu Özgür,
ev sahibini aradı yaklaştığımı haber vermek üzere. Ama adam kesinlikle Özgür’ün
sorularına cevap vermiyor, anlattıklarını dinlemiyordu. Zaten genelde ev
sahipleri Özgür’ün telefondaki sorularına cevap vermezdi
(bkz. TatilGünlükleri#2: Bir Yol Hikayesi ). İçimize biraz kurt düşüp kemirmeye başlasa da
yola çıktık ve bir şekilde adını s*ktiğimin Altın Kuş tatil sitesine dair bir
iz bulduk. Lakin bulup bulacağımıza gayet pişman olduğumuz bir iz oldu bu, çünkü
sahil yol ayrımının sağ tarafında kalırken siteye giden yol anasının *mına
kadar içeri gidiyordu. Hâlbuki ev sahibi olacak pezevenk bize yazlığın denize
oldukça yakın olduğu konusunda ısrar etmişti. Hangi türden bir gerizekalı
denize yakın kilometrelerce kare alanlar dururken dağı oyup dibine yazlık kurardı
ki? Lakin böylesi bir yazlık kaktırılabildiğine göre biz daha da gerizekalı
olmalıydık.

Yavaştan midemize oturan taşla evi bulabildik. Gayet de
denize uzak sayılabilecek, ıssız ve oldukça boktan bir siteydi burası, zira
bizimkisi hariç çevremizdeki bütün sitelerin de kendi havuzu vardı. Ama biz
havuzsuz olanı elimizle koymuş gibi bulmuştuk tabi. Arabayı sitenin önüne
bırakıp adama telefon ettik. Yazlıkların birinden 50-60 yaşlarında, üstü
çıplak, beyaz saçlı ve gözleri bomboş bakan bir adam bize doğru geliyordu. Zira
bakışları öylesine boş ve anlamsızdı ki bunun tek bir açıklaması olabilirdi.
Adamın kafası bildiğin Requiem For A Dream ya da Trainspotting filminden
fırlamışçasına yüksekti ve saat daha sabahın 10’u falandı. Özgür hepimize dönüp
“y*rrağı yedik beyler” bakışı attıktan sonra kafası Duman’ın vokalinden daha
dumanlı adamı takip etmeye başladık. Lakin ne yazık ki korkularımız konusunda
gene yanılmadık çünkü yaşları 30 ile 50 arasında değişen 3-4 adam bildiğin
Duman grubunu çoktan evde kurmuşlardı.
“Kusura bakma Özgürcüğüm bayramda buradaydık da biz,
eğlendik biraz, dağıttık. Ama sabah topladık evi.” dedi adam. Tabi ki her
psikopat, otçu, keş, ayyaş ya da sorunlu adam olarak 6 kişilik ekipten sadece
Özgür’ü muhatabı olarak alıyordu. Eve şöyle bir baktık. Görünüş olarak hiç de
fena olmasa da temizlik ne kelime, evi bildiğin bok götürüyordu ve bariz
biçimde Requiem For A Dream’in devam filminin çekimleri daha yeni bitmişti.
“İsterseniz bir çıkın evi gezin” dedi ve biz o an ekip tarihimizin en moron, en
gerzekçe, en beyinsizce, en özürlüce hatasını yapıp, alt kattaki salona
güvenerek “Yok abi gerek yok” dedik ve parayı tıkır tıkır eline saydık. Onca
yıldır akıllı geçinmemize rağmen aramızdan hiçbiri çıkıp da demedi ki “Abi
n’olur s*ktirip gidelim buradan, başka ev bakalım”. Ama ne de olsa zavallı
Çağatay zar zor yazdırdığı yıllık iznini iptal edemezdi ve ta Ankara’dan gelen
Özgür’ün de başka bir fırsatı yoktu.
Parayı alan adamlar kaçarcasına gittiler. Biz de çaresiz evi
dolaşmayı başladık. Evin yakın olduğu deniz bildiğin babaanne, dede, sarkık 100
kilo teyze plajlıydı ve Long Beach’e de yürüyerek 20dk mesafedeydi. Evdeki tek sorun
bu olsa katlanabilirdik fakat ilk bomba derhal en üst kattan geldi ve Çağatay
“Beyler buradaki kanepeye kusmuşlar!” diye seslendi. Hakikaten de küçük odanın
içindeki kanepeye en fazla birkaç saat önce kusulmuş ve üzerine de bir bohça olduğu
gibi koyularak kamufle edilmeye çalışılmıştı, silinerek değil. Daha bu şoku
atlatamamışken bu sefer bir alt kattan Can bağırdı ve “Abi buradaki yatağa
işemişler, sidik kokuyor bu oda!” dedi. Şaka olması için dua ederek bu sefer alt
kata koştuk fakat şaka değildi. Yataklardan biri, dolayısıyla da oda buram
buram sidik kokuyordu. Yatağın üzerindeki kurumuş Afrika kıtası şeklindeki
sidik lekesini fizyo-terapistimiz Yiğit “Bu evde yatalak bir hasta varmış abi”
şeklinde açıklasa da ben kişisel olarak yatağın direkt çöplükten alınıp eve
getirildiğine inanıyorum.
Evdeki sorunlar, daha doğrusu yalanlar tükenmek bilmiyordu.
Evdeki yatak sayısı adamın iddiasından çok daha azdı, ev belki de aylardır
temizlenmemişti, denize uzaktı, eşyalar dökülüyor, ocak sorunlu, hatta
televizyonun kumandası bile çalışmıyordu. Sağ da solda bırakılan ot ve sarma
kalıntıları da cabasıydı. Ne yapacağımızı bilemez ve şok bir halde artık ne
olursa olsun dedik ve evden vazgeçtiğimizi söyleyip paramızı iade etmesi için
adama telefon ettik. Lakin adamlar İzmir yolunu yarılamıştı bile ve Özgür’ün
tüm çabalarına rağmen “Siz halledersiniz abicim, seni seviyorum Özgürcüm,
kusmadık biz, bok çük” diyerek durumu kabul etmiyorlardı. Durum çok açık ve
netti, 10 yıla yaklaşan ekip tarihimiz boyunca en sağlam kazığımızı yemiştik.

Lütfen samimiyetime inanın, bu durum öylesine sinirimi
bozmuştu ki askerde başlayan anksiyetem tekrar nüksetmişti. Zira bütün
askerliği bu tatilin hayaliyle canlı olarak atlatmıştım. Ve daha ilk gününden her
şey boka sarmıştı. Vücudumu ateş bastı, halsizleştim ve elim ayağım düşmüş
biçimde kendimi koltuğa bıraktım. Özgür ise paramızı geri almanın tek
yönteminin İzmir’e dönüp adamları dövmek ve kalan günleri polislerle uğraşarak
geçirmek olduğundan bahsediyordu. Anlayacağınız artık tecavüzden zevk almanın
yolunu bulmalı ve en azından geri kalan günleri bok etmemeliydik. Hayat size
limon veriyorsa limonata yapmayı öğrenmeniz gerekir derler ne de olsa.
Büyük şoku atlattıktan sonra işe giriştik. Bütün o çarşaflar
tarihin ilk örneği olan çamaşır makinesinde yıkandı, sidikli yatak dışarı
atıldı, bütün ev baştan aşağı temizlendi, alışverişler yapıldı, hatta
playstation oynayabilmek için TV’ye kumanda bile aldık. 1-2 gün içinde şoku
atlattıktan sonra da normale döndük. Ve inanın şimdi hepimiz o tatili gayet
güzel anıyoruz çünkü sistemi oturttuktan sonra tatil gerçekten de acayip
eğlenceli geçmişti. Murat’ın gelişi tatildeki kahkaha sayısını 8’e çıkarmış,
inanılmaz gülmüş, çatlama derecesinde Playstation oynamış, Vampir-Köylü oyununu
dostluğumuzun temelini sallayacak kadar ciddiye almış ve pek fazla kişinin
eşlik etmektense evde uyumayı tercih ederek beni feci sinirlendirdiği sahil
maceralarımızda acayip eğlenmiştik. Hatta ayıptır söylemesi tatilin son 3-4
günü ben ve Çağatay’ın hatunların da tatile katılması ikimizin adına tatili
daha da bir ballandırmıştı, heh heh. Ama gene de hepimiz çok iyi biliyorduk ki
ev sahibi olacak g*tverenden intikamımız çok acı olacaktı.
Nitekim tatilin son günü geldi çattı, bavullar toplandı ve
hepimiz salonda topladık. Artık intikam zamanıydı…
Şöyle bir etrafıma bakındım. Gerçekten de bu sessizlik hayra
alamet değildi. Didem’le göz göze geldik. Bu bakışları çok iyi biliyor ve
tanıyordum. Deliliğin bir önceki adımında edinilen türden bakışlardı bunlar.
Zira elindeki plastik bal kabının kapağını açarak beni yanıltmadı. Hep beraber
uçurumun kenarından atlamaya hazır gibiydik. Yiğit elinde mutfak malzemeleri,
Çağatay ufak bir bıçak, Merve’yse ruhu kadar simsiyah bir poşet tutuyordu.
Can’ın ise neyi tuttuğunu bilmek bile istemezsiniz. Derken ateşi harlayan
kıvılcım elinde kocaman bir mutfak bıçağıyla aramızda belirdi. Bu haliyle seri
bir katilden farksız görünen Özgür hepimize döndü ve:
“Hazırsanız başlayalım?”
Herkes derhal noktasına görev noktasına dağıldı. Zira
günlerdir bu intikamı Özgür’ün önderliğinde Ocean’s Eleven gibi profesyonelce
planlıyorduk. Planımız belliydi: Eve bilerek yapıldığı belli olmayan, yanlışlık
ve dikkatsizlik sonucu ortaya çıkmış gibi, kolay kolay tespit edilemeyen
çeşitli zararlar vermek. Bu sebeple Çağatay elindeki ufak bıçakla mutfaktaki
lavabonun altındaki boruya ufak bir kesik açıyordu. Böylece adamlar günlerce
sorunun ne olduğunu anlamayacak, fakat mutfağı korkunç bir koku kaplayacaktı.
Yiğit ise daha stratejik bir hamle planlamıştı. Şarap ve şişe açacakları, alkol
bardakları, salata tabağı gibi ayyaşlar için yeri kolay doldurulamayacak pek
çok malzemeyi dışarıdaki çöp tenekesine atıyordu. Bendeniz, adam evden çıkarken
bütün eşyaları hırsızlığa karşı evin içine almamızı söylediği için masalar,
sandalyeler, tekli koltuklar gibi pek çok eşyayı dışarı çıkarmakla meşguldüm. Özgür
ise daha net çalışıyor, çamaşır makinesi ve elektrikli duşun su borularını
arkadan olduğu gibi kesiyordu. Diğer yandan gene adam uyarmış olmasına rağmen
devir-daim motorunu hiç çalıştırmadığımız ufak havuzun rengi artık yeşile
dönmüş ve resmen yosun tutmaya başlamıştı. Umarız tabi ki içeri almadığımız
motoru da hurdacılar çalmıştır.
Tabi kızlar ise bizim kadar merhametli değildi. Didem eline
aldığı bal kabını adeta bir bal tabancasına çevirmiş, mutfağın çeşitli
bölgelerine seri biçimde acımasızca ateş ediyordu. Hedef olarak da dolap ve
buzdolabı kapakları, tezgâh üstü, koltuk arkası gibi insanı çileden çıkartacak
kilit noktaları hedef almıştı. Büyük ihtimalle birkaç gün içinde mutfakta büyük
bir karınca medeniyeti kurulacaktı. Merve ise pek çok kadın ped’ini klozete
atıp sifona çekmekle meşguldü. Böylece kısa sürede tuvaleti tamamen tıkamayı
başarmıştı. Bu da tuvaletin suyunun taşacağı ve eve en azından 300-400 liralık
masraf çıkacağı anlamına geliyordu. Lakin iki kız bununla da yetinmemişler ve
dolabın fişini çekip içine kısa sürede bozulup kokacak bilumum gıda
malzemelerini de yerleştiriyorlardı. Ben ve Çağatay gerçekten kimlerle beraber
olduğumuzu aslında o gün öğreniyorduk.

Asıl bombayı ise en sona saklamıştık: Günlerdir sıçmayan
Can. Zaten kokudan zehirlenmemek için bu işlemi en sona bırakmak zorundaydık. Herkesin
üzerine düşen görev hallolunca Can vakur bir tavırla Merve’nin tıkadığı üst
kattaki tuvalete girdi. Çok değil birkaç dakika sonra üst kattan aşağıya gelen
koku öylesine yoğun, öylesine pekti ki Can’ın görevinin hakkını verdiği ziyadesiyle
belli oluyordu. Hepimiz kokuya daha fazla dayanamayıp evden mutlu bir şekilde
kaçıştık. Çünkü biliyorduk ki Can’ın tıkalı tuvalette bekleyen biyo-kimyasal
boku birkaç gün içinde mutant bir canlıya dönüşüp evi gezmeye başlayacaktı.
Günlerce Can’ın dışkısının beklediği eve girecek olan kişiye düşmanım bile olsa
Allah sabır versin gerçekten.
Bu son ölümcül darbeden sonra kapıyı çekip çıktık. Lakin
büyük bir aptallık yapmıştık: Anahtar hala içerideydi. Anahtarı da adama teslim
edeceğimizden mutlaka geri almamız gerekiyordu. Birkaç dakika boyunca ne
yapmamız gerektiğini düşündük, zira bu ibnenin evine çilingir parası vermek
bile haram sayılırdı. Gelgelelim bunu da bir fırsat bilen Özgür kısa sürede evin
dışındaki ince metal kirişlere tırmanıp, hepsini ağırlıyla bir güzel büktü ve
balkondan içeriye girdi. Balkonu kilitlemeyerek ne büyük bir iş yapmış
olduğumuzu o an anladık. Lakin Özgür evin içinde olmasına rağmen Çağatay boş
durmadı ve şaşkın bakışlarımızın arasında kenardan kaptığı kazmayla aşağıdaki
sürgülü kapının kilidini hayvan gibi söktü. Bildiğiniz bir aksiyon filmi
sahnesinden farksızdı. Çağatay’ın kilidi parçaladığını gören Özgür salağa döndü
ve anahtarla beraber Çağatay’ın açtığı kapıdan dışarı çıktı. Nihayetinde parçalanmış
kilidi yalandan yerine oturtup mutlu mesut biçimde yola koyulduk. İntikam
tamamlanmış, evin adeta *mına koyulmuştu. İnanın anlatmayı unuttuğum daha pek
çok zarar da olabilir.
En sonunda “Acaba daha eve nasıl zarar verebilirdik ki?”
konulu hararetli yolculuğumuzun ardından İzmir’e geri döndük. Biraz sonra
anahtarı *rrospuçocuğuna geri teslim edecektik ve eğer elektrik parası
konusunda ısrar ederse de kesin olarak dövecektik, kararlıydık. Size yemin
ederim ki benim gibi ultra peygamber sabırlı bir adam bile adamı dövmek için
yanıp tutuşuyordu. Tabi adam şanına yaraşır biçimde utanmadan elektrik parasını
da istedi ama sağ olsun Özgür birkaç akıl
oyunu, biraz “Abi biz seni çok sevdik, evi seneye de tutacağız” ile adamı
caydırmayı başardı. G*t herif gene de “Hafta sonu gideceğim yazlığa, faturayı
ben size yollarım” gibisinden şeyler mırıldansa da he diyip oradan ayrıldık.
Lakin işin ilginç tarafı şu: Evin resmen avratını s*kmiş ve
üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen bizi hiç kimse geri aramadı, ulaşmaya falan
çalışmadı. Hem de elinde bal gibi telefonumuz olmasına rağmen. Peki, bu adam
yazlığa bir daha hiç mi gitmemişti? Halbuki daha yazın bitmesine çok vardı. Yoksa
evin halini görünce kalp krizi geçirip ölmüş müydü, işte bunları gerçekten
merak ediyoruz. Ama bence işin açıklaması tam da Özgür’ün düşündüğü gibi:
“Bence adam evi gördü ve alması gereken mesajı aldı beyler…”
Not: Bu seneki yaz tatili çok ilginç olacak. Çünkü Çağatay
askerde ve izin alıp gelmezse tatilde yer almayacak. Ayrıca ben ve Özgür de
gerçekten yoğun çalıştığımız için sizin anlayacağınız ev bulma işi Can ve Yiğit’e
kalıyor. Bakalım uzanıp karı gibi mızmızlanarak ev ayarlanabiliyor mu hep
birlikte göreceğiz. Zira sorunun cevabını öğrenmek ve ilk fırsatta orospu gibi
tepelerine binmek için g*tlerinin dibinde olacağım. Sevgilerle...