7 Kasım 2015 Cumartesi

Final Countdown

Tarih: 22 Haziran 2013 – Gece yarısından hemen sonra

“Güzel bir yaz akşamıydı” diyeceğim ama blogtaki yazıların %90’ının bu cümleyle başladığını bildiğiniz için tekrar etme ihtiyacı hissetmiyorum. Zira askerlik gibi ulvi bir görevi daha yeni geride bıraktığım için özellikle benim adıma oldukça güzel bir akşamdı. Saolsun Çağatay da “Beyler bizim evin terası düzenlendi, süper oldu. Tam içmelik, gelin beraber içelim” diye beni, Can’ı, Özgür’ü ve kardeşi Berkay’ı da davet ederek hepimizin hayatını güzelleştiriyordu. Öylesi güzel bir insandı Çağatay, fakat garibimin kendi sonunu hızlandırdığından da haberi yoktu…

Her şey gerçekten de kusursuz ilerliyordu. Teras düzenlenmiş, masalar ve koltuklar atılmış, çardak yapılmış ve hava tam anlamıyla muazzamdı. Unutulmaz seviyede boş muhabbet dönüyor, kahkahalar havada uçuşuyor, kimi zaman ciddi meselelere giriliyor ve en önemlisi de tekila bildiğin su gibi akıyordu. Hani o sıralarda Litvanya’da fink atmakta olan Yiğit’in bile imreneceği türden bir akşamdı inanın. Üstelik ne hikmetse tüketilen onca tekilaya rağmen (tabi ki ben hariç ;) kimse de kafa olmamışa benziyordu. Ta ki dün gibi hatırladığım Çağatay’ın şu sözlerine kadar:

“Abi bu ne kadar güzel bir içki ya, içiyorum içiyorum bir şey olmuyor…”

Ne olduysa işte bu sözlerin hemen ardından oldu. En az 2 saattir son derece ayık şekilde takılan Çağatay, Özgür ve Can’ın eli, ayağı, çenesi birden Medyum Memiş gibi çarpılmaya başladı (Unutmadan Berkay da içiyordu fakat adabıyla yavaş yavaş içtiği için ona pek vurmamıştı). Suratlar kızarmaya, konuşmalar bozulmaya, uzuvlara felç inmeye başladı ve ekip birden bire yamuldu. Artık kaliteli mizah yerini anırmaya, anlamsız tepkilere ve vücut hareketlerine, gereksiz çıkışmalara bırakmıştı. Yürürken 8 değil adeta 88 çizen bu adamları yüksekliği diz hizasında olan teras kenarlarına gitmemek için Berkay’la çılgın bir savaş veriyorduk. Fakat onlar ise aşağı uçup beyinleri patlatmak konusunda ellerinden gelen her şeyi yapıyor ve engel olunca da küfrediyorlardı.

Derken Özgür ve Can’ın arasında hangisinin daha sporcu olduğu konusunda ciddi bir kavga çıktı ve ikili derhal olimpiyatlara başladılar (Şaka yapmıyorum). 2013 Yaz Olimpiyatları Çağatay’ların terasında düzenleniyordu ve açılış oyunlarında bu iki sarhoş adam çılgıncasına şınav çekmeye başladı. Tabi bu esnada birbirlerine feci şekilde hakaret edip birbirlerinin karı kılıklı olduğu iddia ediyorlardı. Sporun ve sportmenliğin ruhuna aykırı bir durum vardı ortada. Bu esnada da Olimpiyatların resmi yayın kuruluşu olan Çağatay TV de cep telefonu ile hem oyunları çekiyor, hem de dili döndüğünce anlatımı üstleniyordu. 

Heyecan dolu oyunlar Can’ın şınav hızını arttırdı diye Özgür’e kızıp kolunu çekmesiyle son buldu. 1-2 itirazın ardından gülmeye başlayan ikili kendilerinden beklenmeyen şekilde sportmence yarışmadan ayrıldılar (Daha doğrusu ikisi de vadettiği şınav sayısına ulaşamadı). Berkay ise bizden aldığı puştluk eğitimine uygun şekilde için telefonu abisinin elinden kaptı ve yerden kalkan Özgür abisinin yanına giderek sordu: “İmge ablayı ne kadar seviyorsun Özgür abi?”

“ÇIK SİVİYORUM” dedi Özgür boynunu ve ellerini tatlı küçük bir kız çocuğu yana bükerek. O an Özgür’ü görseydiniz yemin ederim aklınıza gelen ilk soru “Kaça gidiyorsun yavrum sen?” diye sormak olurdu. Özgür şunu da bilmiyordu ki bir ekip efsanesi haline gelen bu “ÇIK SİVİYORUM” muhabbeti kendisini artık mezara kadar takip edecekti…

Çağatay bu sorunun arkasından efkârlandı ve insanlara ilişkileri hakkında sorular yöneltmeye başladı. Telefonu da Berkay’ın elinden kapıp bana teslim etti ve çekmemi emretti. Bir gözü “Kalk gidelim”, öteki gözü ise “Otur, bok yeme” diyen bu adama itiraz etme şansım yoktu ve çekimleri ben sürdürmeye başladım. İşin ilginç tarafı Çağatay insanlara sorular yöneltiyor fakat hemen ardından “Bİ DAKKA BENİ ÇEK!” diye haykırarak cevaplamalarına müsaade etmiyordu. Bu esnadaki müthiş açıklamalarına ise girmek bile istemiyorum. Sürekli olarak “Bİ DAKKKAAAA, BENİ ÇEK!” diye anıran alkollü bir Çağatay hayal edin. Bu çırpınış bir 10dk kadar sürdü ve Çağatay bütün soruları bu şekilde durdurup gösterinin tek yıldızı olmayı başardı. Fakat gene de de tatmin olmamıştı ve sinirli bir şekilde telefonu elimden kapıp kendini çekmeye ve nedenini hala bilmediğimiz şekilde İngilizce olarak geri sayıma başladı. Üstelik her saniyede her biri birbirinden özürlü ve farklı yüz ifadelerine bürünüyordu (Yazının bu kısmını okurken fonda Europe’un Final Countdown parçasını açmanızı tavsiye ederim):

“Ten”

“Nayn”

“Eyt”

“Siks”

“Sevın”

“Fayf”

“For”

“Tıri”

“Tuu”

“Bİ DAKKKAAAAAAA” (“Van” demek üzereyken telefonu elinden düşürüp haykırdı).

Ben ve Berkay iç organlarımız ayrılırcasına gülerken Özgür ve Can kalan beyin kırıntılarıyla gülmeye çalışıyordu. Çünkü Can da bitap durumdaydı ve oturduğu yerden koltuğun yan tarafına daha önce hiçbir kadına göstermediği bir şehvetle sarılıyordu. Ama en azından dürüsttü ve “Abi ben şu an ölü durumdayım” diye kabul etti. Gerçekten de onu hayata bağlayan tek şey koltuğun arkalığı olabilirdi.

Tam bu esnada evin önünden acı bir fren sesi duyuldu. Ufak bir ticari araç (şirketin adı üzerinde yazılı olmasına rağmen hatırlamıyorum) sertçe durdu ve içinde birbirine ana-avrat küfreden genç bir çift indi. Adam saçından yakaladığı kadını bildiğin hayvan gibi dövüyor, debelenirken terlikleri havada uçuşan kadın ise “ALLAH BELANI VERSİN *ROSPU ÇOCUĞU!” diye bağırıyordu. İşin garip tarafı aynı araçtan inen 3-4 kadar kadın ve erkek de olaya müdahale etmiyordu. Genç kadın 4-5 tokat daha yedikten sonra bir anda adamın elinden kurtuldu ve bağıra bağıra sokaklarda kaçmaya başladı. Genç adam ise peşinden koşmaya…

O an için durdum ve kendimi sorguladım. Nasıl bir sirke gelmiştim böyle? Nasıl bir harikalar kumpanyasıydı bu? Çağatay niye “Bİ DAKKAAAA, BENİ ÇEK!” tümcesine takmıştı? Bu adamlar neden bir anda zil-zurna olmuşlardı? Bu çift neden kavga etmek için koskoca Buca’da Çağatay’ın evinin önünü seçmişti? Üstelik kadına gösterilen bu şiddete inanılmaz sinirlenmeme rağmen müdahale edemiyorum. Çünkü yanımda sürekli olarak “Bİ DAKKAAAA, BENİ ÇEK” diye bağıran, çok tatlı şekilde “ÇIK SİVİYORUM” diyen, ya da karısına sarılır gibi koltuğun kenarına sarılan adamlar varken böyle bir hamle duş alan zencilerin arasına dalmaktan farksız olurdu.

İşte ben bu düşüncelere dalmışken 5dk sonra sokakta gene bağrışmalar yükseldi ve genç kadını gene saçlarından yakalayan adam yerlerde sürüye sürüye kadını getirdi. Zorla araca bindirdikten sonra da hep beraber uzaklaştılar. Buca’nın tırt Batman’i olarak bir suçu daha durduramamıştım…

Çağatay’ın ani dirsek darbesiyle irkildim. “Tuvalete götür beni” dedi sinirli şekilde. Çişi geldiği için gerçekten de çok sinirliydi ve 2 kat aşağıdaki evinin tuvaletine gitmek istiyordu. Merdivenlerin tepesindeyken kendisini aşağıya ittirmek inanın bu haldeyken onu tek başına yollamaktan çok daha tehlikesiz olurdu. O an son ihtiyacımız olan şey ise merdivenlerden yuvarlanan adamlardı zaten. Omzuma yaslandı beraber yola koyulduk. Baktım, aynı şekilde Can da Berkay’ın omzundaydı ve onlar da bizim gibi tuvalete göç kavmine katılmıştı.

Uzun ve zorlu yol boyunca bir teşekkür, bir hakaret ederek af edersiniz kafamı gözümü s*kti Çağatay. Önce benim alkol kullanmadığım için geri zekâlı olduğum konusunda ısrar ediyor, sonra da “Abi kusura bakma ya çok alkollüyüm” diyordu. Sonra da plağı gene başa sarıyordu. Orada derinlerde bir yerde sarhoş olduğunu bilen ayık adam vardı fakat Kaptan Mağara Adamı dışarı çıkmasına müsaade etmiyordu. Benzer diyalogları garibim Berkay da Can’la yaşıyordu. Gene de bir şekilde tuvalete varmaya başardık ve “Bİ DAKKAAAAAAA ÖNCE BEN GİRCEM S*KERİM!” diye haykıran Çağatay yalpalaya yalpalaya tuvalete girdi.
Şükürler olsun ki Çağatay birkaç dakika sonra kazasız belasız şekilde tuvaletten çıktı. “Abi gelmişken ben de gireyim bari, bir dakika beklesene” dedim ve tuvalete girdim. İçtiğim Ice-tea ve kolalar kafa yapmadan vücudumdan atmam gerekiyordu. Zira dışarıda getirdiğim gibi yukarı taşınmayı bekleyen bir adam vardı. “Taşınmayı beklerken” derken yanılmamışım bu arada. Çünkü kapıyı açtığımda Çağatay çarmıha gerilmiş gibi kollarını iki yana açmış biçimde yerde yatıyordu ve bıraksam o şekilde uyuyacaktı.

Berkay ve Berkay’ın taşıdığı Can da tuvalete gelince Çağatay’ı yerden kaldırdım (küfürler eşliğinde) ve terasa geldiğimiz gibi geri dönmeye başladık. Zaten bu dakikadan sonra her şey Çağatay için baş aşağı gitmeye başladı. O incecik zayıf adam öylesine yoğun şekilde kusmaya başladı ki vücut kitle indeksinden çok daha fazlasını feci şekilde çıkartıyordu. Abartmıyorum Migros poşetleri yetmiyordu adamın midesinden çıkanlara. Hatta kendisinden geçmiş şekilde Özgür’ün kucağındaki poşete kustuğu resim elimde mevcut ama bokunu çıkartmamak adına onu buraya koymuyorum.

Gecenin sonu da bu şekilde başladı tabi. Çağatay komadayken Can ise Özgür’den daha ayık olduğu konusunda onunla kavga etmek meşguldü. Ama ne yalan söyleyeyim, Özgür net bir şekilde daha iyi durumdaydı. Çünkü alkollü Can’ı ayırt etmek kolaydır. Hep bağırır, yüzü –özellikle de yanakları- kıpkırmızı olur ve gözlerinin feri gider. Zaten bu iki salağı yerine yatırıp Özgür’le KoF oynamaya başladıktan 10dk sonra hakikaten tam anlamıyla ayıldı adam.

Büyük ihtimalle blog tarihi boyunca yazdığım için ekibin en sinirleneceği yazı bu olacak ama böylesi epik bir olayın tarihin tozlu sayfalarında kaybolmasına içim elvermedi doğrusu. Özellikle yakın zamanda iyice körelen hafızamı mazur görün, olayların sırası ya da ufak detaylarda hatalar yapabilirim ama bahsedilen kısım hakkında ne kadar sinirli yorum varsa emin olun o kadar da doğrudur. Hatta çok büyük ihtimalle de eksik bile anlattım olanı biteni. Gerçi ekibi yakından tanıyan biriyseniz yaşananların doğruluk payı hakkında net fikir sahibi olacağınıza da şüphem yok.

Gelgelelim bu müthiş akşamın en büyük geri zekâlılığı ne Çağatay’ın küfelik olması, ne Can ve Özgür’ün olimpiyatları, ne de diğer olaylar. Kabul etmek gerekirse bu gecenin en büyük geri zekâlıları ben ve Özgür’üz. Neden mi? Çünkü bütün akşam olan biten her şeyin videosu vardı, sabah Çağatay komada yatarken ve yataktan kalkacak hali yokken biz bu videoları Özgür’le beraber izledik, fakat aklımızı ta g*tünden s*keyim ki ne yapıp edip o videoların birer kopyasını almadık. Çağatay g*tü de o günün ardından yok telefon değişti, yok attığım bilgisayarı formatladım bilmem ne diye sallayarak belki de ekip tarihinin en önemli videolarını yok etti. Adam asla kimseye kendisiyle ilgili koz vermez çünkü. Ama yemezler Çağatay, o videoların sende olduğunu adımız gibi iyi biliyoruz!

Ayrıca bir detayı daha eklemek istiyorum unutmadan. Bu adamları tuvalet için aşağıya indirdiğimizde Can evdeki bir şişe tekilayı daha içmek konusunda ısrar etti ve fakat başarılı olamadı. Bir de o şişenin içildiğini düşünsenize?

Dip Not: Yiğit ibnesinin de “Blog’a iki yazı ekleyeceğim abi” diye atıp tutmasından bu yana 6 ay geçti. Kendisinden ya delikanlı gibi sözünü tutmasını bekliyor ya da bu vaatleriyle AKP’den aday olmasını diliyoruz, böyle bir yetenek boşa gitmemeli çünkü. (Yiğit’e geçirmeden yazıyı bitirmek istemedim).

2 yorum:

  1. Bir kere ben Özgürle şu konuda saldırdım gecenin sonunda : "Sen de sarhoşsun ayık taklidi yapma piç!"

    YanıtlaSil
  2. O gunden sonra bir daha iPhone disinda telefon kullanmamak icin yemin ettim :) Cunku uyandigim zaman her ne kadar yataktan kalkacak halim olmasa da icerden gelen su sesleri hatirliyorum :
    '' Nasil aliniyor lan siktigimin videolari? ''
    '' Bluetooth dan atsana olum (emre iphone dan bluetooth ile veri almaya calisiyor) ''
    '' Bilgisayara bagla copy paste yap lan ''
    '' AMK videolar gorunmuyor PC de ''
    '' Neyse cagatay kalkinca aliriz yaa''

    bunun gibi yakarislari duydugumda huzur icinde uyumaya devam ettim. O videolara da sonradan ne oldugunu ben bile bilmiyorum. Once hepsini yedekledim, daha sonra harddiskim defalarca format isleminden gecti ancak o videolari baska bir yere attim mi ben de hatirlamiyorum.zaten en iyisi de bu ya, ben bile hala nerede olduklarini bilmiyorsam, guvendeler demektir :)

    YanıtlaSil