29 Mart 2011 Salı

Taş Devri(Çağatay&Özgür Origins)

Kıymetli okuyucu açık olacağım, birazdan bu yazıda okuyacaklarınız birebir gerçek olup birazda benim intikam hislerimle burada yer almıştır. Zira Özgür ve Çağatay isimli bu iki yavşak, yıllardır internet ya da pc hakkında ne sorarsam sorayım, her seferinde "Ulan Emre zerre çakmıyor bu işlerden" diyerek fütursuzca ağzıma sıçtılar. Ki tanrı şahidimdir ki her seferinde de "Zerre çakmıyorum pc'den" diyip bu konudaki yetersizliğimi kendime dile getirdim, hiçbir zaman aksini falan iddaa etmiş değilim yani. Ama bende bu blog'un vasıtasıyla kendi geçmişlerini unutan bu iki şerefsizin kökenlerine götüreceğim sizi. Sonrası siz kıymetli takipçilere kalmış. Şimdi koltuklarınıza sımsıkı tutunun, Time For Vendetta!!!!

Tarih: Mayıs 2006


Manisa'nın Muradiye isimli kasabasına bağlı dağbaşında yer alan ve bünyesinde tek bir kız bile barındırmayan makine mühendisliğini kazanmam. hayatıma herhangi bir güzellik ya da avantaj katmamıştı. İçinde atların, eşeklerin, yılanların dolaştığı Allah'ın belası bu doğal yaşam parkına hergün geldiğimiz yetmiyormuş gibi bir de sınıfımızda tek bir dişi bile yer almadığı için, son derece çirkin karıların bile "Ekikkekeke abaza makineceler, ekikekekeek" diye godoş ve gevrek gülüşleriyle burun buruna yaşıyordum. Yapacak birşey yoktu, bu tüm makinecilerin ortak kaderiydi, damarlarımıza işleyen ve bizi yavaş yavaş kurutan bir zehirdi.

Neyse ki 2. dönemle beraber okulda siktiri boktan bi AutoCAD dersinin başlaması, hayatım boyunca ilk kez eve bilgisayar alınmasına sebep oldu. Ki inanın bu baştan aşağı taşak kokan bölümün hayatıma kattığı tek güzel şeydi. Biricik aileme bu vasıtayla "Dersimi doğru çalışabilmem için" derhal bilgisayar aldırdım ve benim kişisel pc kariyerim de böyle başlamış oldu. Evet kıymetli okurlar, sadece 6 yıldır bilgisayar var benim hayatımda. Ama bu 6 yılda 6 kez bile AutoCAD programını çalıştırmış adam değilim.

Nihayetinde gerizekalı gibi Vestel'den hazır olarak aldığımız(ve 1-2 yıl içinde götümde infilak edecek olan) bilgisayarım, odama ve hayatıma girdikten sonra olay tabii ki kendisini gerekli program ve oyunlarla donatmaya, yaratılış amacına uygun hareket etmeye gelmişti. Ne var ki herşey çok yeniydi ve henüz evimde internet bağlantısı falan da yoktu, ama neyse ki Çağatay vardı. O bir bilgisayar ilahı, Bill Gates'in ensesine şaplak atabilecek olan adamdı, Lord Of The Bilgisayars'tı adeta! Tabi bende derhal bu uzmana başvurup kendisini aradım ve "Abi bana gerekli programları ve birkaç oyunu CD'ye atsana!" diye coşkuyla isteğimi belirttim. Saolsun o da beni kırmadı ve Ares, Flashget gibi dönemin en lazım ama şu an yüzüne bir o kadar da yüzüne bakılmayacak bir ton programını CD'ye koydu, ekstradan birkaç oyun, emulator ve rom da katarak bana ulaştırdı. CD'yi kendisinden teslim aldıktan teknolojide devir atlamak için evde yalnızdım artık.

Elbette ki ilk planım, yıllardır evimdeki en teknolojik sistem Playstation 1 olduğu için kaçırdığım tüm NeoGeo dövüş oyunlarını emulatorlerle oynamaktı. Romlar, emulatorler, herşey hazırdı ve geriye sadece bütün bunları Rar dosyalarından çıkartmak kalıyordu. Tabi kadim dostum bunuda düşünmüş ve benim için WinRAR programını da CD'ye atmıştı.

Heyecanla WinRAR'ı kurmak için hareketlendim. Ama aynı hızla müthiş bir paradoks durdurdu beni. Evet, Çağatay bana WinRAR'ı getirmişti, ama WinRAR programını Rar'la sıkıştırmıştı. Kuracağım programı, kuracağım programın kendisiyle sıkıştırmış ve aynen bana getirmişti. Beynim ve düşünce yetilerim bitmiş durumdaydı, elimdeki en gelişmiş sıkıştırma programı Zip iken Rar'lanmış bir Rar programını nasıl çalıştıracaktım? Çağatay bana müthiş bir akıl oyunu mu uyguluyordu? Programı Notepad ile açarsam masonlara dair çok önemli bir şifremi çıkacaktı ortaya? Ekranın başında öylece kalakaldım. Bilgisayarında Rar olmayan bir adam Rar'la sıkıştırılmış WinRAR'ı nasıl kuracaktı?

Şu an beyin felci geçirmekte olan pek kıymetli okur, Çağatay'ın kökenlerine dair verebileceğim ilk örnek bundan ibaret. Ama bu örneğin beyninizde yeterli sayıda hücre öldürdüğüne inanarak şimdide Özgür'ün, ya da internet adıyla "ÖZLİL"in kökenlerine değinmek istiyorum. Ki iki olay da benzer zamanlarda vuku bulmuştur:

Evdeki internetlerin hızının şu an ki cep telefonlarıyla internete girmekten çok çok daha yavaş olduğu bir dönemdi. Evet, teknolojik olarak yetersiz olabilirdik, ama biz Kaptan Tsubasa fanlarıydık ve hiçbirşey bizi bu tutkumuzdan alıkoyamazdı. Tsu'yla ilgili herşeyi izlemeye, okumaya, görmeye, dinlemeye, oynamaya hatta kapışmaya müthiş bir açlık duyuyorduk.

Özgür'ün evindeydik ve döve döve çalıştırdığı(gerçek anlamda) bilgisayarının tam karşısındaydık. Türk Telekom'un müthiş altyapısı yüzünden real media formatında boyutları 10-20 mb arası değişen Captain Tsubasa J bölümleri indirmiş ve minnacık bir Media Player Classic'te izlemeye çalışıyorduk. Ki düşünün, bu inanılmaz görüntü kalitesi yetmiyormuş gibi elimizdeki tek altyazı da yapışık halde gelmiş olan Çince altyazılardı. Ama biz mutluyduk, Tsu bizi sevmese de biz ona aşıktık, sevmek böyle birşeydi işte. Sevgi ne demekti? Sevgi emek demekti. Sevgi kol saati ekranı çözünürlüğündeki animeleri kastıra kastıra izlemekti...

Nihayetinde izleme sona erdi. Yalan atıp tutmayacağım kıymetli okur, yılandan yalana oranla çok daha fazla korkuyor olabilirim ama blog'ta kendisine yalana yer yoktur. O yüzden tam olarak hatırlamadığım bir işlem yapıyordu Özgür. İçeriğini hatırlamadığım bir klasörü olduğu gibi kopyalayıp dosyaları düzenleyecekti. Önce klasöre gidip "Kopyala" komutunu seçti kendisi. Daha sonra da düzenleme yapıp yer açacağı için klasörü olduğu gibi geri dönüşüm kutusuna attı. Geri dönüşüm kutusu dediğimede aldanmayın sakın, kendisi hataya tahammülü olmayan bir insan olduğu için sildikleri direkt olarak bilgisayar hafızasından gidiyordu. Geri dönüşümü tamamen kapatmıştı yani. Daha sonra yer açıldığına sevinen bu eski dostum, uygun bir yer buldu ve sağ tıklayıp "Yapıştır" komutunu verdi...

Elbette PC'nin 1 dakika önce cehennemin dibine yolladığı dosyaları kopyalabilmesinin bir imkanı yoktu. Gayet mantıklı bir hata mesajı verdi ve dosylar bir daha geri dönmemek üzere tarihe gömüldü. Ama Özgür sinirlenmişti bir kere, ikna olmuyordu. Çoktan silinmiş bir dosyanın kopyasının çıkartılamaması ona göre son derece mantıksızdı. Bilgisayardı bu, insan komut ediyordu. Açıl dediğinde açılmalı, kapan dediğinde kapanmalı, kopyala dediğinde kopyalamalaydı, gerekirse çoktan silinmiş olsun. Daha önceleri "Bilgisayar sana ne sorarsa evet diyeceksin abi, istediğini yapmazsan doğru iş yapmaz çünkü, tersleşmiceksin bilgisayarla" gibi devrimsel bir bilgisayar kullanma tekniğine sahip olan dostum, şimdide ekran başında sinir krizleri geçiriyor, işlemciye hakaretler, küfürler, tehditler savuruyordu. Ama ne yaparsın yapsın kazanan sonuçta bilgisayar olmuştu...

İşte böyleeee sabrını yediğim kıymetli okur, şimdi size teknoloji konusunda Gılgamışi Destan'ları yazan adamlar daha birkaç yıl öncesine kadar bilgisayarı böyle kullanamıyordu işte. Ve benim için ne yaparlarsa yapsınlar "Rar'ı Rar'layan adam" ve "Olmayan dosyayı kopyalayan" adamlar olarak kalıcaklar hep, isterlerse Microsoft ve Google'ı aynı anda satın alsınlar...

Not:
Bende aynı yıllarda Çağatay'ın verdiği CD'den virüs çıkınca yaşadığım insan üstü telaşla ve panikle Çağatay'a telefon etmiş, Tsubasa 2'nin rom'unu ilk indirdiğim zaman da rom'u içeren rar dosyasına çift tıklayarak oyunun çalışacağına inanmıştım. Bu yazıyı okuduktan sonra bu yavşaklar yazmadan ben yazayım dedim bu gerçekleri, ama ben zaten PC'den çakmıyorum ki :D

24 Mart 2011 Perşembe

Kazanamayacağın Savaş

Tarih : Haziran 2010

Elimdeki kadehte en sevdiğim içki vardı, White Russian! Müthiş bir karışım! Bir ölçek Kahlua, bir ölçek votka ve isteğe göre süt eklersin. Müthiş bir tadı vardır. Bir yudum aldım, lezzeti damağımda dururken boğazımdan aşağıya doğra inen sıcaklık inanılmaz bir haz veriyordu bana. Sonra dönüp bu zevki en az benim kadar iyi yaşayan Yiğit’e baktım:

Özgür: Abi şunun tadı bambaşka amına koyayım!
Yiğit: Birader para olacak hep böyle içeceksin işte.

Sonra dönüp diğer arkadaşlarıma baktım. Hepsinin bu keyfi nasıl yaşadıklarını görmek istedim. Ben ve Yiğit ayakta yudumluyorduk bu mükemmelliği. Balkon kapısının hemen yanındaydık. Can ile Ali sandalyelerinde oturmuş, benim xxxx süper marketten arakladığım süper kaliteli bademlerle White Russian’larının tadını çıkarıyorlardı. Ama birden bir soğukluk kapladı vücudumu sıcak yaz gecesinde, arkadaşlarımın bu harika keyfini bölmek istemediğim sebebini bildiğim bir soğukluk. Fakat sanki bir şeyler dürtüyordu beni, bu harika keyif sanki bölünecekti. Derken bir sandalyenin boş olduğunu gördüm ve Yiğit'e döndüm, "Abi Ersen nerede?" diye sordum.

Yiğit, o anda her şeyi kafasında oturtmuştu sanki, yüz ifadesinden anlamak istemediğim gerçeği fark etmiştim. Biraz korkarak biraz da endişeli “Abi yatmaya gitti” dedi. Ve o ses geldi...

BÖÖAĞĞAÖAĞA

ŞAaaapıırrrrt

(Bir süre önce)
Ankara’da bir seneyi daha geride bırakıp gelmiştim. Artık daha fazla dayanamazdım, gazetecilik stajımı İzmir’de yapmaya karar vermiştim. Daha otobüsten iner inmez güzel kız artışı beni mutlu etmeye yetiyordu. Temiz ve sıcak havasını katmıyorum bile. Sabah bizim semtin oradaki en güvendiğim fırından boyozlarımı almıştım. Annemi dün geceden arayıp mercimek çorbası yapmasını istemiştim. Her şey çok güzeldi. Bedavaya çalışarak geçireceğim 3 aya rağmen mutluydum. Eve geldim, kardeşlerimle güreştim, anneme sarıldım, babam uyandı ve onunla klasik politika tartışmamızı yaptık. Annemden birkaç gün sonra teyzemlere gideceğini ve orada kalacağını öğrendim. Hemen ekibi o gün buluşmak için ayarlamıştım. Hemen dediysem de 2 gün sürdü aslında. Bizim ekipte son derece zeki insanlar olmasına rağmen iş toparlanmaya gelince beyinde bir temassızlık olduğundan ekibe ulaşmak çok zordu.

O yüzden işi garantiye alıp, ilk önce 10 yıllık dostum ve ekipte iletişime geçerken bir kere bile zorlanmadığım Çağatay’ı aradım. Sadece üç cümlede anlaşmıştık. Keza Emre de bu konuda hiç sorun çıkarmayan bir adamdı, onunla da işimi görmüştüm. Akabinde telefonunu her zaman açan Ali’yi aradım, o da tamamdı.

Ve "İşte kâbus başladı!" diye düşünüp Yiğit’i aradım. Telefonunu açmadı tabii ki ama daha sonra bana geri döndü. Şaşırdım,bu genellikle yapmadığı bir şeydir. Dünyanın her hangi bir yerinden bir akrabasının gelip gelmediğin sordum “Yok kimse gelmeyecek.” dedi. “Tamam, pazar akşamı Alsancak'tayız, bizim ev boş sonra bize geçicez“ dedim. “Tamam abi” dedi. Bu kadar olması inanın ki çok şaşırtıcı...

Daha sonra Ersen’i aradım ama telefonunu açmadı. Ve Emre'ye mesaj attı. Evet, bana değil Emre’ye, inanın nedenini hiçbir zaman anlayamadığım bu eylemi ilk defa tekrarlamıyordu. Neyse ki Emre beni hiç yormadan Ersen meselesini halledip bana geri döndü. Biraz rahatlayıp Emre için Tanrı’ya teşekkür ettim.

Ve işte geldik işin en civcivli tarafına: Can'a ulaşmak. Bu çok epik bir uğraş. Hani “Fatih Sulan Mehmet 21 yaşında İstanbul’u fethetti“ diye övüyorlar ya adamı, Ben o yaşta Can'a ulaşabilen bir insandım. Bunun ne demek olduğunu bilseler inanın ben Can'a her ulaştığımda çağ atlardık.

Her şey çok iyiydi. İş görüşmesini bile ayarlamıştım bu arada. Hemen sabah 8.30 da gidecektim gazeteye. Ekip toplanmıştı. Kıbrıs Şehitleri caddesinde yine bizim olamayacak olan harika güzellikleri süzüp, benim “Lan bunu bana bir verecekler var ya!” repliklerime gülünüyordu. Bir de nedense o kızların bu akşam mutlaka biri ile yatağa gireceği fikri atılıyordu. Bazen Ersen ile dalga geçiliyor, sürekli espri yapılıyordu. Klasik eğlencemiz değişmiyordu yani. Ben sokakta gitar çalan tiplere dimdik bakıp, Allah'dan “Ne var birader?” gibi bir tepki vermelerini istiyordum. Neyse ki kutsal mekân sardunyasta biraz takıldık. Ve tabi biz orda olduğumuz için etrafımızdaki tüm insanlar biraz rahatsız olmuştu. Ama her seferinde en az 100 lira bıraktığımız için hiç uyarılmıyorduk. Bu sefer çok para bırakmamıştık çünkü bize gidecektik. Çağatay çalıştığı için bizimle fazla takılamayacaktı. Emre ise her zamanki gibi annesinin ve abisinin kıskacındaydı. Bu kıskacı hiçbir zaman açamadı adam, bazen ona üzülüyorum. 24 yaşına gelmesine rağmen ailesini bir türlü kıramıyordu. Mutluydum, bu akşam çok sağlam içip harika bir muhabbet ortamı kurulacaktı….

Buca’ya geldik. İçki alış verişini yapacağımız yer Emre’lerin oralardı. Kendisini uğurladıktan sonra markete girdik ve alışverişi yaptık. White Russian’ın yanına badem harika gidiyordu ama zaten alışveriş oldukça masraflı olmuştu. Ben bu yüzden ekstra pahalı olan çok kaliteli bademleri yürütmüştüm. Aslında ekipte heyecan yapıp çaktırmayacak adamlar olsa 150 liralık alışverişi 50 liraya bile hallederdim ya, neyse. Kasada ücreti kredi kartıyla ödedim. Ve bizim ekipte her zaman olduğu gibi kimse bana para vermeye yeltenmedi. Bunu ara sıra yapsalar unuttuklarını düşünücem ama bu resmen “Yerse yırtarız” hareketiydi ve ben hiçbir zaman yemememe rağmen hep tekrarlanıyordu.

Son hazırlıklar tamamlanmıştı. Eve geçtik. Balkonda içmeye karar kıldık. Hava muhteşemdi. Babımın viski bardaklarını çıkarmıştım. Bademler tabaklara konmuştu. Kokteyl yapma işi benimdi. Yiğit her zaman ki gibi işimi kolaylaştırıyordu. Ama nedense her zaman göt göte olduğum Çağatay eksikti. Saat 1 gibi bir kadeh içtikten sonra kalkmaya yeltendi. Ben her zamanki gibi “Abi otur takılırız” diyecektim, o da oturacaktı. Ama öyle olmadı. Gidiyordu. Ve bilmiyordu ki bu aslında onun kurtuluşuydu. Biz muhabbete devam ettik. Ersen ilk kadehini bitirmişti. Bardağını uzattı. “Olum yavaş lan gece uzun” dedim. “Bu akşam içesim var” diye cevapladı. Ses tonu o kadar kalendardı ki gururlandım. Bu içkiyle ben tanıştırmıştım ekibi. Hatta küçük kardeşime de bir bardak içirmiştik. Gece ilerlerdi. Ve Ersen yatmaya gideceğini söyledi. Muhabbet o kadar koyuydu ki kimse aldırmadı bile. Yiğit'e döndüm ve sordum: "Abi Ersen nerede?". Yiğit o anda her şeyi kafasında oturtmuştu sanki, yüz ifadesinden anlamak istemediğim gerçeği fark etmiştim. Yiğit biraz korkarak biraz da endişeli “Abi yatmaya gitti” dedi. Ve o ses geldi, Tanrı yine yapmıştı yapacağını. Hatta cümlemi bile beklemişti işi dramatize etmek için. Evet tam o soruyu sorduğumda bu sesler gelmişti:

BÖÖAĞĞAÖAĞA

ŞAaaapıırrrrt

Yiğit acıyarak ve korkuyla bana bakıyordu. Ali ise “Abi o ses ne?” diye haykırmıştı. Can da “YOOK ARTIIK” diye rörlemişti hafif sarhoş bünyesiyle, ki alkolün ziyan olmasına çok sinirlenir kendisi. Sanki Antik Yunan bir tiyatro sahnesinde gibiydik. Her şeyi biliyorduk, sadece tepkiler veriyorduk. Ve Tanrı’nın kahkahalarını resmen duyuyordum oraya doğru giderken. Ama kararlıydım, sinirlenmeyecektim. Gelen ses bir kusmuğun fayansa çarpma sesiydi. Oraya vardığımızda Ersen tuvalete kusuyordu. Sevinmiştim, etraftaki kusmukları suya tuttum. Çok hızlıydım. Bir an önce temizleyip o harika içkiyi yeniden içerek yeniden sohbet etmek istiyordum arkadaşlarımla. Ersen’in elini yüzünü yıkadık. Tuvaletin önündeki halıya az bir şey sıçramıştı. Hemen bezi aldım ve silmeye başladım. Ersen’i tekrar yatağa yatırdık. (Evet bu geri zekalılığı yaptık, bunun için biri bizi idam etse yemin ederim yüzde yüz haklı olur)

Muhabbete devam etme kararı aldık. Balkona geçtik ve içmeye devam ettik. Bu arada Can denilen şerefsiz kalleş bizim kadehleride yuvarlamıştı ve iyice kafa olmuştu. 15 dakika geçti veya geçmedi, Ali bana döndü ve “Abi biz Ersen'i niye yatırdık ki?” diye sordu. Yiğit gözüme bakıyordu ve gözleri o cümleyi haykırıyordu: “Oum bu adam bir daha kusar”. Ve yine o ses....

Anlamıştım, gerçek çok acıydı. Tanrı bizimle taşak geçmeye son derece kararlıydı ve bunun için en ürkütücü, en akıl almaz, en inanılmaz silahı kullanıyordu: Ersen... Tuvaletin girişi ile başlayan L koridorun her tarafı kusmukla doluydu, her 30 santimde bir öbek bırakmıştı geri zekâlı. Yiğit ile Ali bana destek oluyordu Bir şekilde temizlemeliydik ortalığı. Ersen’i küvete soktuk ve tepesinden suyu açtık. Kusmukları temizleyerek koridoru döndük. Olan şeye inanmak ya da anlamak mümkün değildi. Koridorun bitimindeki odada Ersen’in yattığı kanepeden kusmuk akıyordu yere. İyide bu kadar şeyi neresinde saklıyordu Ersen? Ve yine Tanrı’nın gür kahkahaları çınladı kulağımda. Sonuçta onun yapamayacağı bir şey yoktu.

Her şeyi halledicek ve o amına koduğumunun içikisini içip, bu amına koduğumunun adamları ile amına koduğumunun muhabbetini edecektim. Saat 2.30-3.00 arası tekrar balkonda takıldık. Rahattık Ersen artık organlarını bırakmıştı, yıkanmıştı ve tertemiz yerine yatırılmıştı. Kalan kokuyu ben iş görüşmesinden gelince hallederdim. Sonra Ali “Ben bir şu çocuğa bakayım” dedi. Ben ise onu gördüğümde kendimi tutamamaktan korkuyordum. Hala içkimiz vardı, bünyeler diriydi, bir umut daha vardı, vardııııı…. Hayır yoktu!

Ali koşarak geldi: “Özgür sakin ol bak abi bunlar olağan şeyler hallederiz” dedi. Zaten farkındaydım her şeyin. Vazgeçmiştim. Direnmeyecektim. Sinirlenmeyecektim. Tekrar koridoru döndük. Gördüklerim inanılmazdı. Arka fonda şu bilmem ne orkestralarının son güçleriyle çaldıkları yüksek sesli müzik çalıyordu. Ersen ön balkona çıkmış ama nedense dışarı değil kardeşlerimin yattığı yatağın üzerine kusuyordu. Peki ya onların suçu neydi? Benim kardeşim olmanın bu kadar mı ağırdı sonuçları? Can zil zurna sarhoşken bile olanlar onu çarpmıştı. Yiğit sürekli kolumdan tutup benim bir şeyler yapmam durumunda müdahale etmeye hazırdı. Oraya doğru giderken bu dünyada cehenneme giriyordum sanki. Ve birden gözüm koridora açılan salon kapısına çarpmıştı. Kapıdan kusmuk akıyordu. Kapıyı araladım. Salona da kusmuştu. Ama nasıl? Zavallı salon o güzergâhta bile değildi. Onu nasıl yapmıştı? Ali beni dürttü. “Abi tamam dirayetli ol. Buraları halletmeliyiz. Annen…." diyebildi.

Işık hızından daha hızlı şekilde Yiğit'ten sıyrılıp, Ersen’i yavru enik gibi ensesinden tutup banyoya attım. Biz gelene kadar oradan çıkmamasını yoksa onu öldüreceğimi söyledim. Ciddiydim, Ersen’i öldürecektim. Can sarhoşluğun etkisinde olan tek insan olarak saçmalıyordu. Ali ile Yiğit ise bana yardım ediyordu. Sıvı deterjan, sabun, yumuşatıcı ve bilimum temizlik malzemeleriyle ortalığı temizledik. Ersen odaya geldi. Hemen ona saldırdım. Yiğit ile Ali beni engelledi, Can'da olabildiğince arkamdan tutuyordu. Normal şartlar altında bu üç adamı orda pert edip Ersen’i öldürürdüm. Ama hiç takatim yoktu. Tamamıyla çaresizdim. Tamamıyla yenilmiştim.

Geri döndük. İş görüşmesine gitmeden önce son arzum biraz daha White Russian içmekti. En az 2-3 kadeh daha yuvarlayabilirdim. Döndüğümde sadece yarım kadeh White Russian kalmıştı. Artık ağlamak ile ağlamamak arasında gidip geliyordum. Can gelip “Abi kalan içkileri ben içtim” dedi. Gülümsedim çünkü bu zavallıların hiçbir suçu yoktu.

“Tanrıya karşı kazanma olasılığın yoktur“

Yazan : oZzIiI

19 Mart 2011 Cumartesi

Sarhoş Olduğunu Bilen Ayık Adam(İki Macera Birden)

Tarih: 31 Aralık 2010

Alkolün insan vücudu üzerine yaptığı müthiş etkileri örnekleyen yazıları daha önce buradan da okumuştunuz kıymetli takipçiler. Öyle ki bu alev suyu kimi ekip üyelerini insanlıktan çok daha üstün hale sokup DJ kabinlerde vaazlar vermeye iterken, kimi dostlarımızı da "I.M.B.M(İçki Masasında Boş Muhabbet)'yi biliyorum olm ben, İnternet Movie Data Base" diyecek kadar vahim hallere sokabiliyordu. Ama bütün bunlardan bağımsız olarak bir de Çağatay var ki, bu adamın bünyesine alkol girdiği zaman alkolün ta kendisiyle eşi benzeri görülmemiş bir üstünlük mücadelesi başlıyordu.

Beraber kutladığımız 4. yılbaşıydı. Bu sefer eve tam ekipman bir Guitar Hero seti alınmıştı ve yaklaşık 7 saattir aralıksız olarak oynanıyordu. Bilmiyorum hemen yanında tüketilen alkol miktarını eklememe gerek var mı? Saatler 5e yaklaşırken beyinler çoktan buharlaşmış, ve tekrar yoğunlaşıp birkaç damlası da geri dönmüştü(Bkz. yağmur oluşumu), ve bizde bu birkaç damla ile idare ediyorduk(Görsel kanıt için tıklayınız). Guitar Hero Metallica'da ki şarkılar çoktan defalarca kez çalınmıştı. Ve hatta artık cover bile yapıyorduk. Biz fonda enstrümental olarak Sanitarium çalarken Yiğit ise "Lan Kıraç, top rock hiç para eder mi? Lafını bilmeyen it bu rapi yer mi? Kıraç bu dünya hiç demek, öküz gibi anırıp ayı gibi geğirmek! Götünü sikeyim Kıraç"'ı söylüyordu mikrofondan. Hatta öylesinede başarılıydı ki oyun Yiğit'in vokaline hayran kalmıştı, "Excellent"lar "Awesome"lar havalarda uçuşuyordu.

Yiğit'in 6-7 tane daha Metallica şarkısına aynı vokali yapıp müthiş notlar almasının ardından dinlenmek için bir köşeye çekildim. Ve arkadaşlarımı izlemeye başladım. İlk fark ettiğim şey ise artık Çağatay'ın gözlerinin farklı noktalara baktığı oldu kıymetli okurlar. Ve biliyordum, bu müthiş bir fırtınanın başlangıcı olabilirdi.

Ve nitekimde korkularımın gerçeğe dönüşmesi çok uzun sürmedi. Çağatay, Yiğit'le birşeyler konuşuyor ve hain bir plan tasarlıyordu. Bu gün gibi aşikardı. Olacakları bekleyip Ersen'in "Güzel evim Alabama. Alabama..." diye iç çektiği şarkısını dinlemeye başladım. Tam olayın moduna girmeye başlamıştım ki önce Çağatay'ın "Çek la çek!" diye bağıran amele seslenişi geldi birdenbire: Hemen ardından da şeytani bir gülme efektiyle bütün bir Browni'yi ağzıma tepmeye çalıştı.

Ekip kurulduğundan beri(ki bu 5 yıldan fazla demektir) ilk kez Ersen'lerine evine gelebilmiştik ve elbette ki içine sıçmamamız gerekiyordu. Fakat şu an alkol Çağatay'a üstünlük sağlamış durumdaydı. Bütün bir Browni'yi insan ağzına tepmekten anlamsız bir keyif alıyordu. Tabi ki de el koordinasyonu da ancak özürlü bir adamınki kadardı ve bütün bir keki yutabilecek kadar büyük bir ağıza sahip olmadığım için ağzıma yüzüme bulaşan kek halıya dökülüyor, resmen ortalığın içine sıçıyordu. Halıda artık kola-kek karışımı koyu renk bir bulamaç vardı.

"Abi ne yapıyorsun?" dedim. Durdu. "Mahvoldu lan ortalık!" diyip halıyı işaret ettim. Sessizce bir kaç saniye baktı ortaya çıkan berbat görüntüye. Ve o an anladım ki savaş patlak vermişti. Çağatay damarlarından dolaşan ve vücudunu ele geçiren alkole karşı müthiş bir mücadele veriyordu. Kontrolünü geri kazanmak için çılgıncasına çabalıyordu. Birkaç dakika daha geçti, kafasını vakur bir duruşla halıdan yavaşça kaldırdı ve bana döndü:"Abi kusura bakma çok sarhoşum ya!"

Evet, belki henüz savaş tam olarak sonuçlanmamıştı ama Çağatay bariz biçimde kazanıyordu. Yanlızca alkolün verdiği son çırpınışlar yüzünden kafası oldukça karışıktı. "Abi kusura bakma çok sarhoşum!" ne demekti? Eğer sarhoş ise yaptığın şeyin saçma olduğunu nerden biliyordu? Yok eğer ayık ise neden böyle bir saçmalık yapmıştı? Ortaya inanılmaz bir paradok, sonsuz bir kısır döngü çıkmıştı. Çağatay artık şarhoşluğunu bilen ayık adamdı. Bütün gece bu çözümleme üzerine düşündüm, düşündüm....

Elbette ki gerçek benden çok uzaktaydı. Bilemiyordum ve asla da bilemeyecektim. Bu müthiş savaşın bir örneği daha var ki onu da sizinle paylaşırsam beni çok daha iyi anlayacağınızdan eminim kıymetli boş muhabbetçiler:


Tarih: Temmuz 2010

Hep beraber 2. kez yaz tatiline çıkmıştık. Didim'deydik ve 7 kişi olsakda %5 ihtimal bile gözükmeyen tatilci kızlarla ve ingiliz turistlerle s*kişi hayal ediyorduk. Alışverış yapılmış, çevre scout'lanmış, eve yerleşilmişti. Ve tabii ki ilk gün bu ihtimalın kıyısından bile geçemediğimiz için evde oturmuş içiyorduk. İçiyoruz de dediğime bakmayın a dostlar, benim hayatımda kullandığım en alkollü şey Eyüp Sabri Tuncer Kolonyası'dır. Yani onlar içiyor, bende bu ayyaşlara eşlik ediyorum.

Akşam müthiş bir hararetle başlamıştı. Alkolü su niyetine içen Can limitlerin çok ötesinde sarhoştu ve kız arkadaşıyla duygusal problemler yaşıyordu. Yani bi erkeğin düşebileceği en kötü durumdaydı. 10dk önce kız arkadaşına Duygusal Rör'ler atmış, onu gizlice dinlemeye çalışan Yiğit ve Çağatay'ı öldürmekle tehdit etmişti. Şimdi de zeminden daha yüksek bir şekilde inşaa edilmiş biçimde olan DJ kabinine(mutfağa) geçmiş ve ulusa sesleniş yapıyordu: "Bi kere ben, hepinizden üstünüm amına koyim'"

Birşey diyemedik. Can tüm dünyadaki varlıklara efendilerinin kendisi olduğunu hatırlatıyor, haykırıyor, küfürler, tehditler savuruyordu. Ve son derecede de ciddiydi. Tersini iddda eden bir kişinin kafasını götüne sokmaya hiç bu kadar hazır olmamıştı. Köşelerimize sinmiş biçimde dinledik. Daha sonra bu 20dk kadar süren fırça ve ne kadar aşağılık varlıklar olduğumuzu bize ispatlayan konuşma, Can'ın hamile kadınlar gibi kusmak için üst kata koşmasıyla son bulmuştu.

Mental olarak tükenmiş durumdaydık. Zavallığımızla yüzleşmek zorunda kalmıştık ve bu da alkolle birleşince ekibin tükenmesine sebep olmuştu. Bunun en güzel örneği Çağatay'dı. Alkolün verdiği etkiyle sersemlemiş ve dizime yatarak uyanık kalmaya çalışıyordu(?!).

Bana döndü ve "Abi çok sarhoşum ben ama birazdan çıkıcam sarhoşluktan." dedi. Kendime kendime "Nasıl?" diye düşünmeye başladım. Sarhoşluktan kendi iradesiyle mi çıkacaktı? İçeride neler oluyordu? Bütün bu soruları Can'ın üst kat merdivenlerini sürünerek(evet sürünerek) çıkmasını izlerken düşünmeye başladım. Duyduklarıma bir çözümleme getirmeye çalışıyordum.

Derken Çağatay aniden doğruldu. "Noldu lan?" dedim. "Bi dakka" dedi ve boşluğa bakmaya başladı. 10-15 saniye kadar geçmişti ki bana döndü ve "....3, 2, 1 ve şu an itibariyle çıktım sarhoşluktan." dedi. Allahım neler oluyordu? "Nasıl yani lan?" dedim, "Çıktım abi" dedi, "Az önce sarhoştum ama artık değilim". Ve son derecede de ciddiydi. Geri sayım sıfıra vurduğu an alkol damarlarından buharlaşmıştı.

Ses çıkaramadım. Sarhoşluktan istediği zaman emekli olabilen bir adam vardı yanımda. Önce Can'ın üstünlüğü, sonrasında Çağatay'ın bedeni üzerindeki müthiş kontrolü. Hepsi ne kadar basit ve zavallı bir varlık olduğumu ispatlıyordu bana. Sessizce dönüp Can'ın DJ kabininden dolaba neden su koymadığımız için ne kadar zavallı varlıklar olduğumuz hatırlatan konuşmasını dinlemeye başladım....

Herşey ne kadar da anlamsızdı...