6 Ekim 2012 Cumartesi

GAME OF PYRAMID: Season Three Trailer & Setten İlk Kareler [Empty Talk Exclusive]

Çoğu sinefil ve eleştirmen tarafından tarihin en iyi dizilerinden biri olarak adlandırılan Game of Pyramid'in üçüncü sezonu, 1-2 hafta önce resmi olarak duyurulmuştu. Ki serinin orijinal yazarı ve yönetmeni K.R.Pirens'le anlaşılamaması sonucu uzun bir süre boyunca üçüncü sezon çekilememiş ve onun yerine serinin temellerini anlatan bir Game Of Lower Pyramid çekilmiş, fakat sevenlerinde hayal kırıklığı yaratmıştı. Üçüncü sezon için hem büyük usta K.R.Pirens'le yeniden anlaşılması hem de yeni sezonun kısa bir süre sonra yayına girecek olması hepimizde büyük heyecan uyandırdı kuşkusuz. Uzun bir aradan sonra seriye dönüş yapan K.R.Pirens ilk açıklamasında da serinin bu sefer aksiyon ve şiddet oranının daha yüksek olacağını belirtmiş, bütün taşların yerinden oynayacağını ve gizemli piramit sistemiyle ilgili bütün detayların bu sezonda anlatılacağını belirtmişti. Yani hem beklentiler çok büyük hem de heyecan had safhada!

Gelgelim Empty-Talk Blog gene müthiş bir işe daha imza attı ve üçüncü sezonun dünyada henüz hiç bir yerde yayınlanmamış trailer'ını ve bahsedilen piramit sistemini anlatan ufak bir taslak resmi ele geçirdi. Öncelikle oldukça kanlı sahnelerle başlayan ve Mystery isimli yepyeni bir karakter içeren trailer'ı Empty-Talk farkıyla dünyada ilk kez sizler için yayınlıyoruz, hemen ardından da piramit dini taslağıyla geri döneceğiz:

“Kanlar içerisindeki 'yaratığa' bitap düşmüş gözleriyle uzun uzun baktı, Göttingen. Her şey şimdi daha net görünmeye başlamıştı kendisine. Kafasındaki tüm soruların cevapları adeta bir yıldırım hızıyla soğuk betona çarpılmış kadehin parçalara ayrılması gibi aklının en bilinmez köşelerine yayılmaktaydı. Tüm o şeftali mağarasında geçirdiği günler, yapılan ayinler neden tek bir haz bile vermemişti? Neden piramitte yükseldiğini hissetmesi gerekirken bir şekilde daha diplere çekildiğini zannetmişti? Şimdi her şey apaçık ortadaydı işte. İzmir Çetesi'nden sonra asla burayı terk etmemişti, edememişti. Aksine diplere sürüklenmiş ve çocukken sadece ninesinden dinlediği masallarda hapsolduğunu zannettiği, ters piramidin kadim yaratıklarından Mystery'i şimdi nasıl yendiğinden emin olamıyordu. İçgüdüleri olmasa belki de Skynet'in içine çekilmiş, hadım edilmiş bir amsalak olarak köleleştirilecekti. Ancak içinden gelen sesi dinleyerek daha önce kimsenin Skynet'e yapmaya cesaret edemediği şeyi yapmıştı: şeftaliyi reddetmişti! Bu şekilde kendini bu illüzyondan uyandırmış ve Mystery'nin köleliğinden kurtulmuştu ancak yukarı çıkışın da bir yolunu bulmalıydı. Güçsüz düşmüştü... Önce bir hüzün rüzgârı esti ve sahip olduğunu zannettiği şeye duygu yüklü bir bakış attı. Tüm hepsi ne kadar da güzel gözükmüştü başlangıçta gözüne. Her şey gibi bunun da sonu gelmeliydi. Çünkü şimdi güçsüz olmak zamanı değildi...”

Trailer oldukça heyecan verici ki büyük ihtimalle beklediğimize değeceğe benziyor. Şimdi de gelelim diğer sözümüze, gene dünyada ilk kez yayınlanacak olan ve Empty-Talk farkıyla çekim stüdyolarından ele geçirdiğimiz piramit dini çizim taslağını sadece siz boş muhabbetçiler için yayınlıyoruz:


Piramit dini taslağının piyasaya sızmasının ardından yapımcı K.R.Pirens sadece Empty-Talk Blog’a konuştu ve din ile ilgili başka hiçbir yerde bulamayacağınız çeşitli ipuçları verdi: “Bakın mantık şöyle: Skynet merkezine yaklaştıkça tehlikedesin, karıların kalite artıyor olabilir ya da olmayabilir ama durumun vahimleşiyor. Ters piramitle daha çok kesişiyor o yüzden. Piramitle Skynet'in aynı düzlemde kesişmesi ise seksi simgeliyor. Yani Skynet'ten uzak amlar daha az tehlikeli amlar. Şimdilik ancak bu kadarını açıklayabilirim. Teşekkürler arkadaşlar”.

Evet, merakle beklenen serinin ilk trailer’ı ve setten ilk kareler şimdilik bunlardan ibaret. Ve hepsine sadece Empty-Talk farkıyla şahit oldunuz. Şimdi size soruyoruz: Sizce üçüncü sezonda bizleri neler bekliyor? Güçler ne yönde değişecek? Piramidin mekaniklerinin ortaya çıkması karakterleri nasıl etkileceyecek? Yeni sezonla ilgili her türlü fikir ve düşüncelerinizi bekliyoruz…

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Game Of Lower Pyramid (Sezon özeti)

BLOOD IS THE ONLY PROOF THAT YOU PAY FOR THE PRICE

Dizinin yeni açılış videosu


Kıymetli takipçilerimiz, bizzat blog’umuz başta olmak üzere dünyada milyonlarca hayranı ve takipçisi olan “Game Of Pyramid” serisinin üçüncü sezonunu bekliyorduk ki yeni sezon için Lord Kertenkele ve Rektallion’u canlandıran aktörlerle çeşitli sebepler sonucu anlaşılamadığını duyunca hepimiz çok üzüldük. Lakin dizinin popülaritesinin kaybolmasını istemeyen yapımcılar ellerinde kalan oyuncularla ilk iki sezonun öncesi anlatan, Spartacus: Gods Of The Arena tadında bir mini sezon çekme kararı aldı ve projeyi K.R.Pirens’ten alıp yeni bir yönetmen olan Ralf’e verdi. Çok şükür ki hepimiz favori karakterlerimizin kökenlerini anlatan bu sezon boyunca gene nefeslerimizi tutarak soluk soluğa izledik ve beklediğimize değdi. Biz de gene Empty Talk olarak bu sezonun geniş bir özetini de sizlerle paylaşmak istedik. Buyurun efendim:

-Lord ALF’in zaferi ve piramitin ilk günleri-
Genç yaşta çürük şeftali mağarasında ilk ayinini yaparak diğer Lordların saygısını kazanan Lord Alf, alt piramitte kendine yer edinmeyi başarmıştı. Hemen ardından gelen Lord Özlil’de çürük şeftali mağarasında ilk ayinini yaparak aynı piramitte kendine prestij edindi. Arkasına Varoş Derebeyliği’nin desteğini de alan Lord Alf hızla piramitte yükseliyor ancak unvanın gölgesinde tamahkârlığa kapılan bu genç, dostlarının ona sağladığı başarıyı da göz ardı ediyordu. Gelgelelim Lord Özlil varoş Lordu olmayı başarmıştı ancak çabalarının karşılığını yeterince alamadığı için bu durumdan rahatsız oluyor ve ihanet içinde, bir kılıç gibi bileniyordu…

-Soydaşların piramide dâhil oluşu-
Piramitte zaferlerini çoktan kutlayıp ordularını güçlendirmeyi başarmış olan Lord Özlil ve Lord Alf aldıkları bir haberle zaferlerine bir yenisini daha kattılar. Lord Alf ile aynı ataları paylaşan Lord Knight 87th Ingen şeftali mağarasında sürpriz bir ayinle piramidin ilk günlerine vasıl olmayı başardı. Ancak hızla yükselen bu genç soydaş, her ne kadar dostluk vaat etse de Lord Alf’in kısa zamanla tahtını tehdit edecek güce ulaştı. Her şeyden önce soydaş olması taht üzerinde zaman zaman hak iddia etmesine sebep oluyor ve kendini tahttan çok da uzak görmeyen bu yeni Lord, Alf’in düşürmesi gereken ilk piyon olarak göze çarpıyordu.

-Lord Cavidan’ın surlara dayanışı-
O, alt piramidin varisi ortaya çıktığından beri at üzerinde idi. Her ne kadar ordusu son derece zayıf, kısa boylu, çilli ve çocuk görünümlü askerlerden oluşsa da Lord Cavidan güçlü bir liderdi. Duvarı tehdit edebilecek güce sahip olan bu lider, Lord Alf’in tahttaki üstünlüğünü hiçe sayarcasına ordusunu surlara dayandırmayı başarmıştı. Ve konseye kendini kabul ettirmeye kararlıydı da.Hem de yanında yüzünü gülümseten sürpriz bir isimle beraber…

-Mücadele başlıyor-
Soydaşını kendisine tehdit olan gören bu güçlü liderin artık tahtını daha fazla sallantıda bırakmaya niyeti yoktu. Ordularını komuta eden Leydi Fulyarak’ı suikast için bizzat görevlendirdi. Lord Alf’in sinsi planı işe yarıyor gibi görünüyordu. Lord Knight 87th Ingen ise ihaneti henüz fark edememişti. Ancak ona asıl darbeyi vuracak olan kişi Lord Alf’in ayarladığı kişi değildi. Ve bu genç liderin kanıksadığı şeylerin ardında büyüyen hırs kendini daha fazla tutamadı.

-Bir taşla iki kuş ve Sürpriz zafer Lord Özlil-
Lord Alf’in bütün dikkatini soydaşına çevirmesini fırsat bilen Lord Özlil, ihaneti fark edemeyen Knight 87th Ingen’in düşüşünün hemen ardından yaşadığı büyük değişimle Lord Alf’e ihanetin soğuk yüzünü tattırdı. Zaferini sigara ve magnum ile kutlayan bu tuhaf lider hükümdar olduğu bölgedeki sanatsal faaliyetleri de kökten değiştirdi. Hatta ismini bile değiştirip “Varoş Lordu” unvanını bile bir yana bırakarak kendini “Maganda Kral” ilan etti. Böylece ondan intikam almak isteyen ya da tahtında gözü olan kişileri fark edebilecek bir konuma geldi. Tek başına alt piramitte var olmanın onlarca tehdit ile yaşamaktan çok daha zor olduğunu bilen Lord Özlil, henüz ismini duymadığımız bir Lord’la anlaşmalar yaptı. İsmini şimdilik öğrenemesek de bu şahsın alkole düşkün biri olduğunu öğrenmeyi başardık.

-İlk hazin son soydaşların-
Zincirleme ihanetler ile kendilerini bir anda ters piramitte bulan soydaşlar için şimdilik kurtuluş görünmüyor. Geçen her saniye Maganda Kral için zaferin pekişmesi anlamına geliyordu. Ters piramitte geçen her saniye her ne kadar hayati değere sahip olsa da Soydaş Knight 87th Ingen’in Lord Alf’e tekrar güvenmesi oldukça uzun bir zaman aldı. Sonunda ters piramitten çıkışın tek yolunun tekrar el sıkışmak olduğunu anlayan bu genç liderler, şimdiden kaybettiklerini geri kazanmak için gereken kararlılığa sahip gibiler.

-Kötü Şans Lord Cavidan’ın peşinde-
Piramitteki ortak gücün azalması haberi ile Lord Cavidan neredeyse zaferin kokusunu alabiliyordu. Ve son ana kadar büyük bir ustalıkla kendini saklamayı başaran Lord Yamchık’la beraber hızla çürük şeftali mağarasının yolunun tuttular. Zaferin kokusuna kendini oldukça kaptırmış olan Lord Yamchık yolda kaybolup çürük şeftali mağarası yerine çürük karpuz mağarasına girmiş ve ortalıktan kaybolmuştu. Bu yüzden oldukça kan kaybeden Lord Cavidan risk almaktan vazgeçip şimdilik geri çekilmek zorunda kaldı.

-Ve Lord Pion Göttingen-
Kendisinin Maganda Kral Özlil’e bizzat şeftali mağarasına girdiğini inandıran yeni fakat hırslı bir lider, alt piramitte yapılan bir ayin ile Lord’luk ünvanını kazandı. Bu unvan bazı kimseler tarafından kabul edilemez olarak görülse de bu yeni liderin enerjisi fısıltıları arttırdı ve ününü ters piramidin derinliklerine kadar ulaştırmayı başardı. Lord olduğu andan itibaren de kendini bir süreliğine geri çekti ve entrikalardan uzak kalmayı başardı. Ancak entrikalardan uzak kalma isteği, piramitte henüz tecrübesiz olan bu genç liderin belki de yapacağı en büyük hata olacaktı…

-Bütün başlangıçların bir sonu vardır-
Ters piramitten güçlükle kurtulmayı başaran eski lider, arkasına dahi bakmadan piramidin üst katlarına çıkmanın yollarını aramaya başladı. Güçlü bir zaferle tahta oturan ve halkının kemikleşmiş güvenini arkasına alan eski lider, surlar arkasında birliklerini toplama emrini vermişti. Kısa boylu ve şekilsiz yüzlere sahip olan bu güçlü birliklerin dedikoduları bile bazı kimselerin ağızlarını kapatmaya yetti. Sezona damgasını vuran Maganda Kral, Lord Alf’in ters piramitten kurtulup orkalarına toplanma emri verdiğini öğrenince yaklaşan kışın nefesini ensesinde hissetti. Artık piramit zemini bile güvenli değildi.

-Lord Knight 87th Ingen nerede?-
Kendisini en son ters piramitten çıkmaya çalışırken gördüğümüz talihsiz liderden uzun süre kimse haber alamadı. Adeta ortalıktan kaybolan bu liderin önümüzdeki bölümlerde güçlü sürprizler yapmasını bekliyoruz.

“Kan, ödediğiniz bedelin tek kanıtıdır”

Yazan: RALF



24 Mayıs 2012 Perşembe

AMANSIZ CENABETLİK


Üç sene önce taşındım oturduğum eve...

Evi taşıdığımız zaman evimizin dibindeki bitmek üzere olan inşaatın "Kız Öğrenci Yurdu" inşaatı olduğunu öğrendiğimizde bambaşka bir sevinç, amansız bir mutluluk kaplamıştı içimizi!

Şansımızın döndüğünü, artık bambaşka bir hayatımızın olacağını planlıyorduk. Yaklaşık olarak 12 erkek!

Hayır, eve iki kişi çıkmıştık ama inşaatın "Kız Öğrenci Yurdu" olduğu gerçeği durdurulamayan bir İngiliz atının kum pistte koşuşu gibi yayıldığı için evde minimum 10 erkek oluyordu.

Gel zaman git zaman planlar gelişiyor stratejiler şekilleniyordu. Kimi zaman "Raylı Asansör Sistem"lerinden bahsederken (amansız cenabet kaderimizin ortak olduğu) arkadaşım Murat Kara bir tahta merdivenin her şeyi çözeceğini söylüyordu. Hatta malzemeleri almam halinde benim oda ile karşıdaki 12 pencereden her hangi birine sistemi bir saat içinde kurabileceğini iddia ediyordu ki YAPARDI!

Ama tanrı her zaman kazanırdı.

Ama gene de düşmüştük bu tuzağa, nasıl düşmeyecektik ki?

Yaklaşık 50 oda, her birinde üç taneden 150 kız vardı sadece 4-5 metre yanımızda.

150’sinden 75’ini beğenmesek,

75'den de 37,5'u bizi beğenmese,

Bizi beğenen 37,5'dan yarısı vermese 18,75 kalıyordu

18,75 tane kız hazır ve nazırdı...

Sanki güneş bir başka doğuyordu, aşağı taraftaki “Erkek Öğrenci Yurdu”nun saçma bir şekilde benim odaya çevrilmiş eşek s*ki gibi aydınlık veren ve uyumayı kâbus eden ışıldak bile rahatsız etmiyordu. Murat ile sabahlara kadar bira içip hayaller kurup eğleniyorduk.

Murat belki de Ankara’ya taşındığına hiç bu kadar sevinmemişti. Sanki Ankara’ya değil Marmaris’e,  Didim’e ve ya Çeşme’ye taşınmış gibiydi. Her Akşam “home party”lerle coşacak sabahları ise akşamları yastık olarak kullanacağımız 3-4 çift memelerin arasında uyanacaktık.

“İnsanlar hayal kurarken Tanrı yukarıdan onlara güler” diye bir söz var ya, bizim için geçerli değil. Biz hayal kurarken Tanrı yukarıda kahkaha krizlerine grip sabahlara kadar kolbastı oynuyor.

Lakin işte yaklaşık 10 gün sonra taşınacağım evde 3 sene geçirmeme rağmen o kız yurdu bir türlü açılmadı. Neredeyse bitmişti… İki sene önce yataklar ranzalar gelmişti... Bir sene önce güvenlik kameraları takılmıştı… Bir senedir hazır ve açılmıyor…

-Flashback-

“3 sene öncesi..."
Kız Yurdu Sahipleri: Ya yapacak bir şey yok
Ev Sahibi: İmzalayacağız artık
Cebrail: Vallahi bende üzülüyorum. Bu çocukların kaderi bu
Sözleşme: Özgür evden taşınana kadar ve bir daha buraya taşınmayacağı garantisini veren kadar kız yurdu açılmayacak.

-Flashforward-

Bugün ise yeni taşınacağım ev yedi senedir açık olan bir kız öğrenci yurdunun dibinde. Bakalım nasıl bir olay yaşayacağız…

Yazan: oZzIiI


18 Mayıs 2012 Cuma

Bir bucalı cocun aşkı

ÇOCUK kızaDER
İYİ AKŞAMLAR
KIZDA
DER
HAYIR
SONRA COCUK DER OTURA
BİLİRMİYİZ KIZDER HAYIR
COCUK
DER SANA BİŞİ DİEBİLİRMİ KIZDer hayır COCUK
DER
UNKOVN'U
BİLİONMU KIZ
DER NErDEnBiLim Ben
onu COCuk der peki çukur sülo
Kızder ben gültepeli deilim sonra cocun GÖZYAŞLARI
AAKKAARR
COCUKDER TAMAM antalyada kucaa otURUOLAR zaten SOnraCOCUK GITDERKEN
KIZDA COCUN ÖNünde domalıp pompişine kavuşmuştur i aşklar

(Yazıdaki espriyi anlamayanlar için, şunu okumaları tavsiye edilir: Çift soru, Tek Cevap)



EK1-Murat Kara'dan M.Can Özbaş Analizi: Can'ın en doğal özelliği sıradan bir insanın hayatı boyunca karşılacağı ve hayatının en fazla %1'ini dolduracak kadar az ihtimallere sahip tezatlıkları beyninin %90 ında ciddi bir fikir hatta hayat felsefesi olarak taşıyor olması

Not: Biliyorum bu ay biraz geçiştirme bi yazı oldu idare edin diycem ama idare de etmeyin piçler. Adam olun da iki satır yazı yollayın *mına koyim hep ben mi yazıcam? Aslında bu bile çok size ya hadi neyse.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Empty Talk Klasikleri: SÜPER KORKU (Remake)

Dün gece bilgisayarımı karıştırırken eski “Süper Korku serisi” yazılarımdan birini buldum kıymetli takipçiler. Hatırlamayan ya da bilmeyen varsa söyleyeyim, eski forumumuz kapanmadan önce Ayhan’ın “Sodacan Adventures”ından gaza gelerek bizim ekibin yaşadıklarını konu alan dört tane yazı yazmıştım Süper Korku adı altında. O yazılar bu blog’dakiler kısmen benzerlik gösterse de genellikle farklı zamanlarda geçmiş olayları aynı zamanda geçmiş gibi anlatıyordum potpuri tadında. İşte dün bu yazılardan ikincisini buldum ve şöyle bir tekrar okudum. Açıkçası bayağı güldüm de. O yüzden yazıdaki insanlık dışı imla hatalarını ve zerre dikkate alınmamış anlatım bozukluklarını da düzeltip, ufak birkaç tane de ekleme yaparak remake tadında tekrar blog’a koyayım istedim. Zira eğer birileri yazıların bir kopyasını almadıysa elimizdeki tek Süper Korku yazısı da bu olacak. Her neyse işte, oldukça büyük bir karakter çeşitliliği içeren (Ayhan ve Özgün bile var) bu yazıyı hatırlamak isterseniz, ahanda yazı aşağıda. Lakin yazı öylesine eski ki yazıldığı zamanlarda Ali hâlâ bir süngermiş, Can’ın Rör’ü *mın içine kaçmamış ve Özgür Ankara’ya gideli çok olmamış. Buyurun efendim:

“Not: Süper Korku serimizin ikinci sezonuna hoş geldiniz arkadaşlar. İlk sezonun sona erdiği zaman diliminden bu yana ekipçe pek çok farklı şey yaşandı. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki serimizde geçen çoğu olay gerçek olmakla birlikte yalnızca farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. O yüzden okuduktan sonra salak salak "O olay, o zaman olmamıştı *mına koyim!" diye atlamayın lütfen. İyi eğlenceler!

..."Nerede kaldı bu adam ya?" diye sordu Özgün. "Rize'den babaannesi gelecekmiş, o yüzden gecikecek biraz" diye yanıtladı Ersen tüm saflığıyla. Zavallım, zaten hepimizden hep bir saat rötarlı gelen Yiğit'in az önce bana "Abi otobüsle gelirken yolda tanker patladı, biraz daha gecikeceğim" diye mesaj attığından habersizdi. Sanırım insanların zayıf noktası bu galiba dostlar, sevdiği insanlara ne kadar hata ya da yanlışlar yapmışlar olursa olsun kötü hiçbir şeyi yakıştıramamak. Lakin bana sorarsanız bu olay koruma içgüdüsü değil yalnızca salaklıktı. Zaten Yiğit'in buluşmalara daima gecikeceğini bilmeyen bir birey, sosyal kültür ve medeniyetten dersler almış olamaz.

Tabi tahmin edersiniz ki gene artık çalışanlarıyla enseye şaplak g*te parmak kıvamına geldiğimiz Sardunya's da idik hep beraber uzun bir aranın ardından. Bu sefer aramızda her zaman ki İzmir ekibinin yanı sıra diğer şehirlerden dostlarımız "Açıksız" Özgün(sebebine sonra değineceğim), ilk hayvan dostumuz Ali ve Can'ın Rör'lerinden etkilenmeyeceğini iddia edecek kadar özgüvenli Ayhan vardı. Nihayetinde tekrar bir arada idik, hem de yepyeni katılımcılarla! Buna elbette ben hariç herkes büyük bir keyifle içiyordu, bense barmenin neden içmediğime dair yaptığı gereksiz esprilerle boğuşuyordum. Ayrıca eski dostum, yeni Rival'ım Ersen'e de kıldım artık. İstanbul'a gidince İzmir'i, İzmir'e dönünce de İstanbul'u s*kerek ortam yapmaya çalışan bir insanın asla gözünün yaşına bakamazdım, çünkü prensiplerim her şeyden önce gelir, kıymetli dostlarımdan bile...

Bu sebeple masada dönen ve beş yıldır ısrarla dahil olamadığım anime&manga muhabbetinden uzaklaşmak için kültürel alanda en yakın partnerim Ali'ye döndüm. Ali kendisini "Ayı" olarak nitelese de D&R'dan klasik müzik CD'si alan bir insandı, ki ben entelektüel yönümle gurur duyduğum şu yıllar içerisine D&R'dan ne bir kitap ne de bir CD almıştım. Yalnızca üzerinde karı resimleri olan DVD'lere bakmak ya da 5tl'lik ucuz ama iyi filmleri almak demekti benim için D&R. Hele ki izlediğim bir filmin de DVD'si denk gelip, film hakkında ortaya atıp tutarsam değmeyin keyfime. Söyleyin dostlar, şu dünyada hangi bilinç kendini ispatlamak adına çalışmaz ki?

Nitekim Ali ile muhabbetimiz oldukça koyu gidiyor, Stanley Kubrick'in filmlerinde işlediği kötülük teması üzerinde tartışıyorduk. Şunu da eklemeliyim, Ali tam bir "Mayın Master"dı ve şu an benimle gerçekten dialektiğe mi girmişti yoksa sadece beni mi s*kiyordu hâlâ tam olarak bilemiyorum. İşte ben tam bu ikilemler içinde çırpınırken Özgür dalıverdi konuya:"Otomatik Portakal'ın kapağındaki turuncu renk insanların içindeki aşkı simgelemektedir, o beyaz font ise yalnızca yönlendirilmemiş insanların imgesel olarak statik bir ruh halinde tamamen safi bir arınmışlığa sahip olduğunu göstermektedir" dedi ve "Ayrıca bu dünyada ki en kral adam da Tim Burton'dır. Adam biz iki tane meme elleyelim, iki tane hatunla sevişelim diye film yapıyor ama hiçbiriniz bunu kullanmıyorsunuz. Hepinizin g*tüne koyayım *mına kodumun embesilleri" diye heyecanla ekledi. Gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan bu açıklama başta bu tarza tamamen yabancı olan tüm yeni dostlarımızı ve şu hayatta söyleyecek sözü olmadığı tek konu hatunlar olan Can'ı, ellerine yalnızca gidiş barındıran biletlerle dumur diyarlarına gönderdi.

Peki Özgür'e ne olmuştu? Yüzyıllardır dillere pelesenk olmuş, hayatın gerçek ritmini yalnızca o ritimden kurtulunca yakalayan şairler gibi dizelerini sonsuzluğa akıtır hâle mi gelmişti yeni Ankara hayatında? Hayır, yalnızca gittikçe sarhoş oluyor ve buna bağlı olarak da saçmalama dozajı artıyordu. Ama o an konuklarımız Ayhan ve Özgün'ün yüz ifadelerine dikkatle bakınca da aslında Özgür'ün gizli planının aynı sinsilikle devreye girdiğini görebiliyordum.

Bu sıkıntılı anda Yiğit beliriverdi mekânda. Masada oturanların yüz ifadelerine bakıp, neler kaçırdığını anladığı an "*MINA KOYİM BOŞ MUHABBETİ KAÇIRDIM!" diye acı içinde haykırarak dâhil oldu ekibe. Artık kelimenin gerçek anlamı ile tamdık ve seri biçimde saçmalamaya hazırdık. Kimi insanlar hayatımızda kader denilen şeyin birbirindeki farklı parçaları tıpkı bir puzzle gibi anlamlı bir resmi tamamlaması için bir araya getirdiğine inanır. Şu an masamızda oluşan bütünlüğün özeti tam olarak buydu işte.

Yiğit kaçırdığı boş muhabbetin verdiği pişmanlıkla olsa gerek oldukça neşeli bir biçimde "Dikkat ettiniz mi hiç, Özgür oturduğu masaları siliyor hep?" diye içinde sadece onun sandığı bir mizah kırıntısı olan bir soru sordu masa silme hareketi ve tebessümlü bir yüz ifadesiyle. O an masayı bir ölüm sessizliği aldı. Coşkulu bir kahkaha olmasa bile ufak bir tebessüm bekleyen dostum, bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyi yaşıyordu. Sonsuzluk gibi süren sessizliğin ardından masada kahkaha patlamaları yaşadı, herkes resmen gülmekten g*tü patlıyordu ama Yiğit'in anlattığı şeyin komikliğine değil sadece düştüğü duruma. Ve artık Yiğit için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu kara lekeyi ömrünün sonuna kadar taşıyacak, acı geçmişi asla peşini bırakmayacaktı.

Lakin hayatta herkesin ikinci bir şansı vardır ve Yiğit bu şansı kullanmaya niyetliydi. Hemen kurtulmak için konuyu Bleach’e getirince gene s*ke s*ke diyalogdan uzak kalmak zorunda kalmıştım. Bu sefer Murat'la metal müzik üzerine konuşmaya karar verdim. Ve her şey aslında çok güzeldi, ta ki Murat'ın 5dk sonra bana zerre ilgilenmediğim, s*kime takmadığım, hatta dünyada kalan son oyun olsa bile asla ilgilenmeyeceğim Battle For Middleearth’ü zorla anlatmaya başlamasına kadar. Buna bırakın diyalog, hatta monolog bile denilemezdi çünkü Murat her ırkın gene hiç ilgilenmediğim tarihçelerini sırayla anlatarak beynime tecavüz ediyordu.

İşte bu umutsuz anda Can'ın tüm gürültünün üstüne çıkan bir Rör'ü kurtarıcım oldu. Sebebini bilmediğim bir sebepten dolayı Ayhan'a çeyrek Rör atmıştı, misafir olmasını falan takmadan hem de. Bazı anları betimlemek için satırlar yeterli değildir kıymetli dostlar, inanın bu gibi durumlarda bir ufak resim kitaplar dolusu satırdan çok daha kuvvetlidir. Nitekim Ayhan'ın yüzü de aynen öyleydi işte. Daha kısa bir süre önce "Rör-Proof"(Rör Geçirmez) olduğunu iddia eden Ayhan, tıbbi karşılığı ile resmen kısmi felç geçiriyordu. Yediği Rör çeyrek bile olsa da bakışları ve kafası sabitlenmiş, gözleri boş boş bakıyordu. Aslında bu normal bir durumdu ilk Rör'ünü yiyen insanlar için, benzer semptomlar bütün hastalarda da görülürdü. Ama ya Can daha öfkeli olup bize, özellikle de Yiğit'e sık sık attığı gibi bir tam Rör atsaydı? Allah korusun, kıymetli dostumuz Ayhan'ı o gece kaybedebilirdik bile.

Ayhan kendine geledursun, Özgür bu sırada Ali için dünyadaki her soruda yaptığı gibi seçenekleri yalnızca ikiye indiriyordu. "Seç!" diye haykırdığı sarhoşluğun verdiği güçle ve ortağı Çağatay ekledi "Ya Capcom'cusun, ya da SNK'cısın, yani eziksin, ona göre" diye. Ali her ne kadar da bir Ayı olsa da vahşi doğası bile bu kadar keskin seçenekleri kaldıramıyordu ve bu yüzden cevap arar biçimde gözlerimizin içine bakan şey vahşi bir ayının değil şaşkın bir koyunun gözleriydi. Tam o anda ilgi bekleyen Ersen haykırdı "Namco'cuyum de. MESSATSUUU!!!!" apansızın sebebi bilinmeyen bir şekilde. Tıpkı bir kaos değil mi? Hayır tam olarak sayılmaz çünkü aynı anda kendisine yeni yeni gelen Ayhan da "Abi ben tanrıya inanmıyorum ama bi enerji var kesin" diye boş muhabbetin en temel konusuna değinip Özgür'ün tüm ilgisini çekerek Ali'yi kurtardı. Ama bunu kendi iradesi ile mi yapmıştı yoksa Rör'e bağlı beyin ölümü mü sebep olmuştu tam olarak bilemiyorum.

"Yeter bu kadar!" dedi Çağatay, "Biraz da Özgün'ü s*kelim, böyle kuru kuruya misafirlik olmaz. Yok mu bu adamın bir zayıf noktası?" diye çıkıştı. Lakin yıllardır görüşen 10 kişilik bir ekip olarak elbette Özgün'ü hemen satamazdık değil mi? Bok satamazdık! İki saniye içinde masada Özgün'ün zayıf noktalarını bulmak için müthiş bir sinerji oluştu ve Ali ölümcül darbeyi acımasızca indirdi:"Evet var, Özgün kadınlar konusunda hiç seçici değil, nefes alsın yeter ona!" diye haykırdı. Verilen bilginin doğruluğu ya da yanlışlığı önemli değildi, önemli olan Ali'nin KoSF ekibinde hayatta kalmanın tek yönteminin birbirini kollamak değil, tam aksine yeri geldiğinde fütursuzca s*kmek olduğunu çok kısa sürede öğrenmesiydi. Doğa bütün canlılara hayatta kalmak için gereken özellikleri öğretiyordu işte.

Saatler ilerliyor, alkol oranı artıyor, ve alkoldeki eşik oranı aşıldığı için de ortam zekası tam ters yönde ilerliyordu, özellikle de Özgür için. "Hadi bırakın boş muhabbeti!" dedi Özgür ve Yiğit'in öfkeli bir cevap vermesine sebep oldu:"Olur mu lan? İ.M.B.M yapıyoruz burada (İçki Masasında Boş Muhabet) boru değil aq". "Biliyorum lan!" diye yanıtladı Özgür:"İ.M.D.B işte, İnternet Movie Data Base"...”

1 Nisan 2012 Pazar

Tatil Günlükleri#3: KoSF, Poker, Tencere ve Tava

Tarih: 16 Ağustos 2010

Didim’de kiraladığımız yazlığa girmek üzereydim. İçeri ilk adımı attığımda bir ürperti gelmişti. Biricik dayanağım Street Fighter’cı dostum Çağatay’a yakın durmaya çalışıyordum. Yiğit gene her tatilde yaptığı gibi mizah dergilerine gömülme moduna girmişti. Ben ise hemen ekibin sorumluluk alan geri zekâlısı olarak, geçireceğimiz beş günlük süreçte tatilimizi kolaylaştırmak ve eğlenceli kılmak adına Can’a ve Murat’a g*tlerinde köpek bağırsa hayatta s*klemeyecekleri, Ersen’e de denese bile asla başaramayacağı, olabildiğince basit birkaç görev verdim. Biraz keyiflenmek için Yiğit’e dönüp inceden bir boş muhabbet açlığı ile “Bu akşam am üstünde kolbastı oynayacağız dimi birader?” dedim (“Karşim” salgını o sırada henüz yayılmamıştı). Pası alan Yiğit topu doksana taktı: “Dostum ben yorgunum. Havuza girerim, 3-5 kız var orda masaj yaptıracağım”

Yemek için Emre’yi beklememiz gerekiyordu. Lakin Emre’nin fazlasıyla anaç annesi (Buradan saygılar, selamlar) Emre’nin 23 yaşında olmasını bir türlü kabul etmeyerek, onu anne dırdırı terörü sonucu otobüsle yollamaya ikna etmişti. Nihayetinde Emre’nin de aramıza katılmasıyla inceden bir kahvaltı yaptık. Dışarıda yediğimiz tost-çay ikilisinin ardından yazlığımıza geri döndük.

Hemen görev alanım olan mutfağa girip, alanımı hâkimiyetim altına almak istiyordum. Lakin bir türlü yemek pişirmek için tencere ve tava bulamıyor, ev sahibine alabildiğine sövüyordum. Hemen kirayı verdiğimiz kadına gidip “Evde tencere yok, ne yapacağız?” dedik. Adres vakasından zaten sinirli olduğum ev sahibiyle telefon görüşmesi yaptım ve verdiğimiz kiradan bir miktar para istedim tencere almak için. Adam 20, ben 40 derken işi 30’a bağladık. Ve Can’ı arayıp gelirken bulabildiği en büyük tavayı getirmesini istedim. Çünkü kendisi asla geçemeyeceği bir sınava girmek için tatile geç katılacaktı.

Bu yaratıcı fikrimle 30 lira bize kalacaktı ve biz de şezlong kiralayacaktık. Elbette her zaman ki gibi fakirliğin dibine vuruyorduk. Üzerine de standart ekip paradoksumuza, girip kızların neden bizim üstümüze atlamadığından yakınıyorduk. Her neyse, nihayetinde plaja gidip 300 kiloluk yaşlılar sürüsünü bulup aralarına oturduk. Biz ekip olarak bayılıyoruz 300 kiloluk yaşlılara. Adeta beş gün boyunca bunların sürekli bulunduğu tarafa zevkle gidip “Selilütli teyze bacağı” ve “Sarkmış nine memesi”ne bakıp göz zevki yapıyorduk. Ben “Avratını s*ktiklerim, sanki bütün Didim plajını doldurmuşlar. “ diye kızarken aramızdan kimse kalkıp da “Hadi başka yere gidelim” falan demiyordu. Ve beş gün boyunca bunu tekrarlıyorduk. Aslında hepimiz aklı başında, kafası çalışan adamlarız. Ama işte tanrının da kahkaha atmaya ihtiyacı var. Şikâyet edip karşı koymaya başladığımız anda düğmeye basıp beynimizi manipüle ediyor ve oraya kilitliyordu bizi. Herşey tanrının parmağının ucundan çıkacak olan ufak bir “bızt” sesine bakıyordu. Büyük ihtimalle orada dönen muhabbet de şöyle olmalıydı:

Tanrı: Cebo! Gel bak yine ne yapacağım salaklara.
Cebrail: Patron vallahi yeter! Ayıp yemin ediyorum ya. Gidip uyaracağım bak.
T: Uyar uyar. Seni Ersen’e vahiy vermeye yollayım da gör ebeninkini tersten
C: Tamam bir şey demedik. (Manyak lan bu!)
T: Aklından geçenleri okuyabilirim Cebo, tanrı olduğumu unutma
C: Peki patron…

Gün içinde çeşitli şakalar, muhabbet falan derken akşam eve döndük. Lakin en beklemediğim adam Çağatay, (Murat’ın da müthiş tabiriyle) el bombasının pimini çekip cebime koyacaktı!
Mutfakta iki saat boyunca dolaşıp gözümün önünde olan, fakat göremediğim dolapları Çağatay çok normal olarak girer girmez fark etmiş ve standart bir insan merakıyla açıp bakmıştı. Ve dolaplardan inat yapar gibi bütün Didim’e yemek yapacak kadar tencere ve tava çıkıyordu. O kadar alet edevatı o dolabın alması bile imkânsızdı. Allah resmen parmağını şaklattıkça orda tencere tava yaratıyordu. Ve sonuç olarak bütün ekip beni ağız birliğiyle itin, kedinin ve bilumum sokak hayvanların g*tüne sokup sokup çıkarıyordu…

Ertesi gün o ilk ürperti aslında Cebrail’in ince bir yardımıydı. Bahçeli evlerdeki en büyük fantezim olan balkona ve bahçeye su tutma işini yapıyorum. Can ve Murat evi süpürüp temizlemediği için de arada o işi de yapıyordum. Sonra Murat baktı ki ben ortalığı temizledim, ıslak olan balkona çıplak ayakla basıp, sonra kapının önüne gidip ayaklarını iyice tozda toprakta çamur yaparak bütün sabah temizlediğim yerleri kirletiyordu. (Yok yok, ben Murat’ın karsına tecavüz etmiş falan değilim)

Bağırma çağırma derken gazete almaya gittim. Döndüğümde biricik arkadaşım, Ankara’daki can dostum Murat, ekip daha iyi beslensin diye market vurgunu yaptığım sırada (Faturasız alışveriş) kendim için aldığım (ve isteyen var mı diye milyonlarca kez sorduğum) beş günlük meyveli yoğurt stokumu tüketiyordu. Emre de her şeyden habersiz oturuyordu. Murat’a “Ulan daly*rak, benim meyveli yoğurtları neden götürüyorsun?” diye bağırdığımda da hem Emre’nin hem de benim beynimi yaklaşık yarım saat durduran cevabı yapıştırdı: “YİĞİT DE BENİM ÇİKOLATIMI YEDİ *MINA KOYİM!”

Ne kadar saçma şeyler yaşanmış olursa olsun nihayetinde her şey yoluna girmişti. Emre ile Ersen büyük meme avından dönmüş, ben de kafamda KoSF ekibine öğretip hep beraber oynamak gibi tamamen saçma, anlamsız, geri zekâlıca bir amaç edinmiştim. Ve genelde ekibin sosyal faaliyet sürükleyicisi olan Emre’ye konuyu açtım. Son derece olumlu karşıladı. Tüm ekibi masaya oturtmayı başardıktan sonra bu müthiş oyunun kuralarını anlattım. Herkes anladığını söylese de oyun boyunca 3653453 kere kuralları sormalarına rağmen gayet eğlenceli geçiyordu.

Murat genelde eli iyi gelince blöf yapmak için “Ahh bee” diye çığlık atıp, yere parasının yarısını koymak gibi anlamsız hamleler yapıyordu. Aslında elinde ne olup olmadığını bilmeyerek oyuna giriyordu. Ve onun için ortaya fiş atmak çok yorucu bir eylemdi, onun yerine bir kızla 5000 sms yapmayı tercih ediyordu. Ersen ise kılını bile kıpırdatmadan beynimin anasını s*kiyordu. Yüzünün herhangi bir ifadeye sahip olmaması yüzünden elinde ne olduğunu dünya poker şampiyonu bile anlayamazdı. Çağatay ise eli kötü gelince tüm sevdikleri ölmüş ergenler gibi bakıyor, eli iyi gelince de Süpermen özgüveniyle oyunu giriyordu. Oyunu bir tek Emre kıvırabiliyordu. Ama yine de eğlenceliydi. Sonuç olarak Can ve Emre oyuna iyi adapte olmuştu, bir yandan benim ardımdan ikinci olmak için diğer yandan da beni aşağı çekmek için baya efektif oynuyorlardı. Ersen manyağıysa hiçbir tüyo vermemesine rağmen tek pair’a bütün parasını koyarak benim dışımdaki herkese kaybediyordu. Ama inanın her şey çok eğlenceliydi.
Ama kim bilebilirdi ki bir sene sonra bana poker masasında cinnet geçirteceklerini?… (Detaylı bilgi için Bkz. 2nd Didim Adventure: The Dark Side of KoSF)

(O sırada gökyüzünde):
Mikail: Olum yardım etsek mi la. Yazık çocuklara…
Cebrail: Yok arkadaş biz g*t altına gideceğiz. Ben o Özgür malını uyardım. Artık yapacak bir şey yok!

Yazan: oZzIiI

Emre'nin Notu: Bir sonraki tatilde Ali resmen Murat'ın pokerdeki yerini almış aq. Tanrının sistematiğine hayran olmamak elde değil. İnanmayan taş olsun...

25 Mart 2012 Pazar

SAPIK DOSYASI

KoSF ekibimizde bildiğiniz üzere türlü türlü insan var, ama inanın gizli bir de sapık olduğunu ancak üç kez tatile gittikten sonra fark edebildik. Evet, şu an okuduklarınızın sizi şaşırttığının farkındayım ama ne yazık ki gerçek bu. Yıllardır kimliğini ortaya çıkartamadığımız bu kişi (veya kişiler) türlü sapkın eylemleriyle tatilimize zarar vermeye çalıştı. Ve bunu her seferinde kimliğini gizli tutmayı başararak yapabildi de! Bu sebeple ekibimiz adına ben Emre olarak sizlere bu gizli sapığın üç ayrı tatilde yaptığı üç ayrı vukuatı anlatacağım ve o tatilde yer alan potansiyel şüphelileri de belirttikten sonra bu sapığın kimliğini ortaya çıkartmak konusunda yardımınızı isteyeceğiz. Hazırsanız başlıyoruz:

DOSYA 1: GÖZLÜK KIRAN SAPIK
Tarih: Eylül 2009
Şüpheliler: Özgür, Çağatay, Yiğit, Can, Murat
İlk tatilimiz olan Kuşadası tatilimizin ikinci gününde sitemizin havuzundan dönmüştük ve akşam yemeğinden önce herkes sırayla duşunu alıyordu. Ben de duşumu aldım ve biraz soluklanmak için evdeki kanepelerden birinin üzerine oturdum. Fakat oturur oturmaz g*tüme bir şeyin battığını hissettim. Derhal ne olduğunun anlamak için ayağa fırlayınca gördüklerim kanımı dondurdu. Birisi uzun yıllardır kullandığım sarı güneş gözlüğümü tam ortasından kırmıştı ve sadece sol tarafını kanepenin üzerine atmıştı. Hemen herkese gözlüğümü kimin kırdığını sordum. Tabi ki hiç kimse eylemi üzerine almadı. 5-10 dakika süren ısrarlı sorularıma rağmen kimse olayı kabullenmeyince sinirlendim ve eşya almak için küfrede küfrede bavulumun yanına gidince ikinci bir şokla karşılaştım: Güneş gözlüğümün sağ tarafı bavulumun içinde konulmuştu…

DOSYA 2: SAKIZLI SAPIK
Tarih: Ağustos 2010
Şüpheliler: Emre, Özgür, Çağatay, Ersen, Yiğit, Can, Murat
İlk sapık şokunun üzerinden koca bir yıl geçmişti ve ikinci tatilimiz için Didim’e gelmiştik. Ve tam bir hafta sürecek olan tatilimizin ilk günleri de gayet iyi gidiyordu. Derken bir sabah balkonumuzdaki koltuğun koltuk aralarına iğrenç biçimde sakız yapıştırıldığını fark ettik. Bunu yapacak kadar denyo, hayvan, öküz ve iğrenç kişi en azından erkekçe ortaya çıkmadı. Neyse ki bu çok büyük bir sorun değildi ve Özgür’ün bu kimliği belirsiz şahıs için ortaya yaklaşık 10 dakika boyunca ettiği insanlık dışı hakaretler bu kişiyi yeterince utandırmış olmalıydı. Azıcık insanlık onuru hiç kimse bu kadar hakaretin arından bir daha asla aynısını yapmazdı. Fakat hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ertesi sabah anladık. Birisi yazlığa aldığımız gazeteyi ve iki ayrı ekini sakızla bir birine yapıştırmıştı. Sapık varlığınız gizlemiyordu artık, geri dönmüştü…

DOSYA 3: GÜNEŞ SAPIĞI
Tarih: Ağustos 2011
Şüpheliler: Emre, Özgür, Ersen, Yiğit, Can, Ali
Üçüncü tatilimiz içinse tekrar Didim’e gelmiş ve olağanüstü bir ev tutmuştuk. Görünüşte her şey güzel gidiyordu fakat ardı ardına tanrının ölümcül darbeler hepimizi altüst edecekti (Bkz: Dark Side of ToF). Tatilin başlamasına saatler kalan arabalı tek kişi olan Çağatay’ın apandisti patlamış, Can ve Ali beyin özürlü gerizekalıları tatil için biriktirmeleri gereken paraları s*ktiri boktan karılarla yemiş, Ersen’in parası ancak tatilin üçüncü günü gelmiş ve en önemlisiyse Ali tatilini bizimle takılmak yerine gerçek bir amsalak olarak cep telefonuyla mesajlaşıyor (hatta bunun için poker bile oynamayarak), kısacası bütün tatil boyunca bizden tamamen kopuyordu (Ali’nin insanüstü bir amsalağa dönüşmesi dosyasını daha sonra detaylı biçimde ele alacağım). Kısacası cennet gibi başlayan tatil kısa sürede yaşayan bir cehenneme dönüşmüştü. Fakat sapık zaman ve mekân dinlemiyordu. Bir sabah görenleri insanlığından utandıracak bir manzarayla karşılaştık. Birisi evvelki gecenin yemeğinin ardından evdeki iki buçuk litrelik kolayı ve büyük yoğurdu dolaptan çıkarıp, bozulsunlar diye balkonun en güneş gören yerine koymuştu. Sabaha kadar Didim’in haşlayan güneşine maruz kalan kola ve yoğurt da tabii ki artık tüketilmez haldeydi. Sapık zaferlerine bir yenisini daha eklemişti. O aslakaybetmiyordu…

Son söz: Evet değerli okurlar, Emre olarak sapık dosyasının detaylarını elimden geldiğince sizlerle paylaşmaya çalıştım. Ama bu beni de ne dersem diyeyim şüpheliler arasından çıkarmıyor elbette. O yüzden sapığın kimliği konusundaki kararı siz kıymetli takipçilerimize bırakıyoruz. Ki inanın üç yıldır bu konuyu defalarca içki masalarında tartışmamıza rağmen bir türlü çözüme ulaşamadık. Belki de sapığın kimliği onunla beraber mezara kadar gidecek, kim bilir? Yalnız şunu da belirtmek isterim; bu üç tatilin haricinde sadece ben, Özgür, Çağatay ve Yiğit, dördümüz Dikili’de iki günlük hoş bir tatil yaptık ve herhangi bir sapık vakasıyla karşılaşmadık. Bunu şu yüzden söylüyorum, eğer sapığın tek bir kişi olduğuna inanıyorsanız ve sapık vakalarının gerçekleştiği üç tatile de gelen ama herhangi bir olayın olmadığı dördüncü Dikili tatiline gelmeyen tek kişi: Mustafa Can Özbaş

Karar size ait…

17 Ocak 2012 Salı

Sarhoş Olduğunu Bilen Ayık Adam: Part 2

Tarih: Temmuz 2011

Özgür’ün de tatil sebebiyle İzmir’de olduğu ve hep beraber eski kutsal mekânımız Sardunya’s da otuduğumuz harika bir yaz gecesiydi. Dahası aynı gece saat 23:00 sularına yaklaşırken muazzam bir empty-talk gecesi olacağından da habersizdik. Saatlerce inanılmaz boş muhabbetler yapılmış, hatta zombi öldürürken baltanın ne kadar işe yarar bir silah olup olmadığı bile saatlerce tartışılmıştı. Özellikle de zombi kafasına savrulan bir baltanın kafatasına saplı kalıp kalmayacağı konusundaki ateşli tartışma ile empty-talk adeta nirvana’ya ulaşmıştı.

Tabi elbette böylesine kaliteli bir empty-talk’un baş mimarlarından biri de mekân da tüketilen alkoldü(ben hariç). Ama özellikle gerek sağlam muhabbet, gerekse yanında hem sevgilisi de hem de dostları olması yüzünden adeta aşka gelen Çağatay, resmen alkolün *mına koymuştu. Ki kendisi bu gibi alkolü fazla tükettiği durumlarda Merve’nin omuzlarında ölür, yarım saat sonra da aynı noktada ayık biçimde spawn olurdu.

Çağatay gene spawn olmayı başarmıştı fakat alkolün etkisinden kurtulmayı başaramamıştı. Ama gene de son derece alkollü olduğunu bilecek kadar ayıktı. Efsanesine yakışır biçimde davranıyordu. Bu yüzden eve dönüş yolunda arabayı benim kullanmam hususunda ısrarcı oldu. Ben ise ehliyet sınavını geçmiş fakat ehliyet belgesini hâlâ almamıştım (Aslında hâlâ da almadım, hem bu işler için sabah erkenden uyanmak, hem de g*tü boklu bir kart için 370 lira isteyen sosyal devletimize bu parayı ödemek son derece ağır geliyor). Arabayı sürebilirdim, sınavdan da gayet iyi bir notla geçmiştim ve kendime de güveniyordum. Fakat ehliyetsiz yakalanırsam sürücülük hayatım başlamadan bitebilirdi. Bu sebeple Çağatay’a toparlanmasını, arabayı gene onun sürmek zorunda olduğunu belirttim. Fakat Çağatay damarlarında hala dolaşmakta olan alkolün etkisiyle benim gerizekalı olduğumu, arabayı ehliyetsiz süren ben olduğum halde polisin cezayı hemen yanımda oturacak olan ehliyetli kendisine keseceği konusunda ısrar etti. Yani Çağatay’ın kafasında şekillenen trafik yasasına göre ehliyet almak büyük embesillikti, zira ehliyetsiz olduğunuz sürece ne bok yersiniz yiyin cezayı yanınızdaki ehliyetli kişiye geçirebiliyordunuz. Bir 15-20 dk kadar anlattığı şeyin saçmalığını Çağatay’a tekrar anlatmaya çalıştım fakat alkolün gücü yanında benimkisi koca bir hiçti. Çağatay gene efsanesine yakışır biçimde ikna olmuyordu (Bkz. İkna Olmayan Adam).

Neyse ki Merve yanımızdaydı ve sevgili olmanın verdiği bonusla kendisini ikna etmeyi başardı. Sürücü koltuğuna Çağatay geçerken yanına Merve oturmuş, ben ve zavallı Özgür de arka koltuğa geçmiştik. Çağatay arabanın motorunu çalıştırmaya başlarken hepimiz aynı anda içimizden Allah’a dua ediyorduk. Hepimizin dini inançları bir anda yerine gelmişti, topluca umreye gitmeye bile hazırdık. Nihayetinde Çağatay arabayı çalıştırdı. Fakat araba sürmüyor, adeta GTA: Vice City oynuyordu. Herhangi bir hız kesintisi ya da yavaşlama yaşamadan otoparktan hızla fırladı ve bir nevi otoban olan Yeşildere yoluna çıktı. Asıl macera şimdi başlıyordu...

Çağatay sayısız arabaya makas atıp, çoğunluğunun sülalelerine küfrederken biz de Özgür’le arkada korkudan koltuklarımıza yapışmıştık. Zira Çağatay arabalara küfrediyor, makas atıyor, iğrenç kornalar çalıyor, el kol hareketleri çekiyordu. Korkudan sesim titrer biçimde “Abi istersen yavaş git biraz, polis molis çevirirse sıçarız” diyebildim. Lakin ben Çağatay’ı sakinleştireceğimi zannederken o tam aksine deliye döndü: “2 gün önce ehliyet almış, bana araba sürmeyi öğretiyo aq. Ben gözüm kapalı bile sürerim yavşak! S*kmişim alkolünü!” diye hayvan gibi bana bağırdı. Hayır kıymetli dostlarım, hayatım boyunca sayısız kez alkollü insanlarla uğraştım ve bu gibi sarhoş muhabbetlerinden alınacak biri değilim. Ama altı yıllık dostumdan hayatımda ilk kez korkuyordum. İşin garibi Özgür de korkuyordu. Kaybettiği Allah inancını ziyadesiyle geri kazanmıştı ve Çağatay’ın küfredip, el kol hareketi çektiği insanların Gültepe’li, Tepecik’li çıkmaması için deli gibi içinden dua ediyordu. Neyse ki Merve yanımızdaydı birkaç canım, cicim, aşkımla ön koltukla oturan g*tüne koduğumun canavarını sakinleştirmeyi başarmıştı. “Aşkım yavaş git benim hatırım için” diyince “Ama bana dünkü çocuk araba sürmeyi öğretiyo aşkım” gibi son derece yavşak bir cevap vererek sakinleşti.

En sonunda Merve’yi bırakacağımız mahallesine vardığımızda saat 12’ye yaklaşıyordu. Çağatay vedalaşırken kendisini öpmek isteyince Merve gayet kibarca ve haklı biçimde hayır dedi, çünkü kızın mahallesindeydik ve bu saatte üç erkeğin arabasından öpülerek inmesi, mahalle sakinleri için pek hoş bir görüntü oluşturmazdı. Bu yüzden zavallı kız bize iyi akşamlar dileyip koltuğundan kalkmış ,tam kapıya yönelmişti ki Çağatay bu müthiş boşluğu fırsat bildi ve “AŞŞŞŞKIIIIIAAAMMMMMMM!!!!” diye bağırarak (evet bağırarak) kızın sırtına bir öpücük kondurdu. Neye uğradığını şaşıran Merve koşarak uzaklaşırken biz de Özgür’le dona kaldık. Merve’nin gidişini izleyen Çağatay yavaşça bize döndü ve “Ayıp mı oldu lan?” diye sordu. Bu gece yaşananlardan dolayı şoke olmuş Özgür’ün ağzından da şu sözler döküldü “Abi her şey oldu da o son öpücük pek olmadı galiba”…

“S*kerim lan sevgilim değil mi *mına koyim!” diyen trafik canavarı arabayı çalıştırıp yoluna devam etti. Nihayetinde bizim evin önünesağ salim vardığımızda o gün ölmediğim için bir daha asla kolay kolay ölmeyeceğimi çok net biliyordum. Hatta M.Night Shyamalan bunun üzerine çok sağlam bir film bile çekebilirdi. Tam şükredip arabadan inmeye niyetlenmiştim ki Çağatay “Özgür bira ve çerez al şurdan, parkın orada içelim! İnme sende aq otur bizimle” diye vücudunda hala dolaşıp tillahını s*kmiş olan alkol oranını biraz daha arttırmak istedi. Lakin ikinci sefer bu kadar şanslı olmayabilirdim ve “Ya anneyi evde bu saatte yalnız bırakmamayım” direkt erkeklerin en zayıf olduğu noktadan, anne mevzusuyla kurtuluşu buldum ve arabadan indim. Özgür ise arabada kalıp biraz daha Çağatay’la içmeye devam etti, ya da reddetmeye korktu tam olarak bilemiyorum. Ben indikten sonra da başka bir bok oldu mu onu Özgür bir gün anlatır ya da anlatmaz bilinmez, kendisine sorun.

Alkole esir olmayın ama alkolsüz de kalmayın!

Not: Çağatay büyük ihtimal bu yazıyı okuduktan sonra olayları çarptırdığımı ve abarttığımı iddia edecektir. Karar ise siz değerli okurlara kalmış. Saygılarımla…