1 Nisan 2012 Pazar

Tatil Günlükleri#3: KoSF, Poker, Tencere ve Tava

Tarih: 16 Ağustos 2010

Didim’de kiraladığımız yazlığa girmek üzereydim. İçeri ilk adımı attığımda bir ürperti gelmişti. Biricik dayanağım Street Fighter’cı dostum Çağatay’a yakın durmaya çalışıyordum. Yiğit gene her tatilde yaptığı gibi mizah dergilerine gömülme moduna girmişti. Ben ise hemen ekibin sorumluluk alan geri zekâlısı olarak, geçireceğimiz beş günlük süreçte tatilimizi kolaylaştırmak ve eğlenceli kılmak adına Can’a ve Murat’a g*tlerinde köpek bağırsa hayatta s*klemeyecekleri, Ersen’e de denese bile asla başaramayacağı, olabildiğince basit birkaç görev verdim. Biraz keyiflenmek için Yiğit’e dönüp inceden bir boş muhabbet açlığı ile “Bu akşam am üstünde kolbastı oynayacağız dimi birader?” dedim (“Karşim” salgını o sırada henüz yayılmamıştı). Pası alan Yiğit topu doksana taktı: “Dostum ben yorgunum. Havuza girerim, 3-5 kız var orda masaj yaptıracağım”

Yemek için Emre’yi beklememiz gerekiyordu. Lakin Emre’nin fazlasıyla anaç annesi (Buradan saygılar, selamlar) Emre’nin 23 yaşında olmasını bir türlü kabul etmeyerek, onu anne dırdırı terörü sonucu otobüsle yollamaya ikna etmişti. Nihayetinde Emre’nin de aramıza katılmasıyla inceden bir kahvaltı yaptık. Dışarıda yediğimiz tost-çay ikilisinin ardından yazlığımıza geri döndük.

Hemen görev alanım olan mutfağa girip, alanımı hâkimiyetim altına almak istiyordum. Lakin bir türlü yemek pişirmek için tencere ve tava bulamıyor, ev sahibine alabildiğine sövüyordum. Hemen kirayı verdiğimiz kadına gidip “Evde tencere yok, ne yapacağız?” dedik. Adres vakasından zaten sinirli olduğum ev sahibiyle telefon görüşmesi yaptım ve verdiğimiz kiradan bir miktar para istedim tencere almak için. Adam 20, ben 40 derken işi 30’a bağladık. Ve Can’ı arayıp gelirken bulabildiği en büyük tavayı getirmesini istedim. Çünkü kendisi asla geçemeyeceği bir sınava girmek için tatile geç katılacaktı.

Bu yaratıcı fikrimle 30 lira bize kalacaktı ve biz de şezlong kiralayacaktık. Elbette her zaman ki gibi fakirliğin dibine vuruyorduk. Üzerine de standart ekip paradoksumuza, girip kızların neden bizim üstümüze atlamadığından yakınıyorduk. Her neyse, nihayetinde plaja gidip 300 kiloluk yaşlılar sürüsünü bulup aralarına oturduk. Biz ekip olarak bayılıyoruz 300 kiloluk yaşlılara. Adeta beş gün boyunca bunların sürekli bulunduğu tarafa zevkle gidip “Selilütli teyze bacağı” ve “Sarkmış nine memesi”ne bakıp göz zevki yapıyorduk. Ben “Avratını s*ktiklerim, sanki bütün Didim plajını doldurmuşlar. “ diye kızarken aramızdan kimse kalkıp da “Hadi başka yere gidelim” falan demiyordu. Ve beş gün boyunca bunu tekrarlıyorduk. Aslında hepimiz aklı başında, kafası çalışan adamlarız. Ama işte tanrının da kahkaha atmaya ihtiyacı var. Şikâyet edip karşı koymaya başladığımız anda düğmeye basıp beynimizi manipüle ediyor ve oraya kilitliyordu bizi. Herşey tanrının parmağının ucundan çıkacak olan ufak bir “bızt” sesine bakıyordu. Büyük ihtimalle orada dönen muhabbet de şöyle olmalıydı:

Tanrı: Cebo! Gel bak yine ne yapacağım salaklara.
Cebrail: Patron vallahi yeter! Ayıp yemin ediyorum ya. Gidip uyaracağım bak.
T: Uyar uyar. Seni Ersen’e vahiy vermeye yollayım da gör ebeninkini tersten
C: Tamam bir şey demedik. (Manyak lan bu!)
T: Aklından geçenleri okuyabilirim Cebo, tanrı olduğumu unutma
C: Peki patron…

Gün içinde çeşitli şakalar, muhabbet falan derken akşam eve döndük. Lakin en beklemediğim adam Çağatay, (Murat’ın da müthiş tabiriyle) el bombasının pimini çekip cebime koyacaktı!
Mutfakta iki saat boyunca dolaşıp gözümün önünde olan, fakat göremediğim dolapları Çağatay çok normal olarak girer girmez fark etmiş ve standart bir insan merakıyla açıp bakmıştı. Ve dolaplardan inat yapar gibi bütün Didim’e yemek yapacak kadar tencere ve tava çıkıyordu. O kadar alet edevatı o dolabın alması bile imkânsızdı. Allah resmen parmağını şaklattıkça orda tencere tava yaratıyordu. Ve sonuç olarak bütün ekip beni ağız birliğiyle itin, kedinin ve bilumum sokak hayvanların g*tüne sokup sokup çıkarıyordu…

Ertesi gün o ilk ürperti aslında Cebrail’in ince bir yardımıydı. Bahçeli evlerdeki en büyük fantezim olan balkona ve bahçeye su tutma işini yapıyorum. Can ve Murat evi süpürüp temizlemediği için de arada o işi de yapıyordum. Sonra Murat baktı ki ben ortalığı temizledim, ıslak olan balkona çıplak ayakla basıp, sonra kapının önüne gidip ayaklarını iyice tozda toprakta çamur yaparak bütün sabah temizlediğim yerleri kirletiyordu. (Yok yok, ben Murat’ın karsına tecavüz etmiş falan değilim)

Bağırma çağırma derken gazete almaya gittim. Döndüğümde biricik arkadaşım, Ankara’daki can dostum Murat, ekip daha iyi beslensin diye market vurgunu yaptığım sırada (Faturasız alışveriş) kendim için aldığım (ve isteyen var mı diye milyonlarca kez sorduğum) beş günlük meyveli yoğurt stokumu tüketiyordu. Emre de her şeyden habersiz oturuyordu. Murat’a “Ulan daly*rak, benim meyveli yoğurtları neden götürüyorsun?” diye bağırdığımda da hem Emre’nin hem de benim beynimi yaklaşık yarım saat durduran cevabı yapıştırdı: “YİĞİT DE BENİM ÇİKOLATIMI YEDİ *MINA KOYİM!”

Ne kadar saçma şeyler yaşanmış olursa olsun nihayetinde her şey yoluna girmişti. Emre ile Ersen büyük meme avından dönmüş, ben de kafamda KoSF ekibine öğretip hep beraber oynamak gibi tamamen saçma, anlamsız, geri zekâlıca bir amaç edinmiştim. Ve genelde ekibin sosyal faaliyet sürükleyicisi olan Emre’ye konuyu açtım. Son derece olumlu karşıladı. Tüm ekibi masaya oturtmayı başardıktan sonra bu müthiş oyunun kuralarını anlattım. Herkes anladığını söylese de oyun boyunca 3653453 kere kuralları sormalarına rağmen gayet eğlenceli geçiyordu.

Murat genelde eli iyi gelince blöf yapmak için “Ahh bee” diye çığlık atıp, yere parasının yarısını koymak gibi anlamsız hamleler yapıyordu. Aslında elinde ne olup olmadığını bilmeyerek oyuna giriyordu. Ve onun için ortaya fiş atmak çok yorucu bir eylemdi, onun yerine bir kızla 5000 sms yapmayı tercih ediyordu. Ersen ise kılını bile kıpırdatmadan beynimin anasını s*kiyordu. Yüzünün herhangi bir ifadeye sahip olmaması yüzünden elinde ne olduğunu dünya poker şampiyonu bile anlayamazdı. Çağatay ise eli kötü gelince tüm sevdikleri ölmüş ergenler gibi bakıyor, eli iyi gelince de Süpermen özgüveniyle oyunu giriyordu. Oyunu bir tek Emre kıvırabiliyordu. Ama yine de eğlenceliydi. Sonuç olarak Can ve Emre oyuna iyi adapte olmuştu, bir yandan benim ardımdan ikinci olmak için diğer yandan da beni aşağı çekmek için baya efektif oynuyorlardı. Ersen manyağıysa hiçbir tüyo vermemesine rağmen tek pair’a bütün parasını koyarak benim dışımdaki herkese kaybediyordu. Ama inanın her şey çok eğlenceliydi.
Ama kim bilebilirdi ki bir sene sonra bana poker masasında cinnet geçirteceklerini?… (Detaylı bilgi için Bkz. 2nd Didim Adventure: The Dark Side of KoSF)

(O sırada gökyüzünde):
Mikail: Olum yardım etsek mi la. Yazık çocuklara…
Cebrail: Yok arkadaş biz g*t altına gideceğiz. Ben o Özgür malını uyardım. Artık yapacak bir şey yok!

Yazan: oZzIiI

Emre'nin Notu: Bir sonraki tatilde Ali resmen Murat'ın pokerdeki yerini almış aq. Tanrının sistematiğine hayran olmamak elde değil. İnanmayan taş olsun...

4 yorum:

  1. Siz böyle hikayeler girdikçe bu seneki tatili daha da iple çekiyorum...

    YanıtlaSil
  2. Senin tatili iple çekme durumunda bir "bızt" var Birader.

    YanıtlaSil
  3. çok iyi yazı karşim ama özellikle tanrı ile cebonun konuşmalara yarıldım:D

    YanıtlaSil
  4. Greetings from UK!! Your blog is awesome mate!!.. Keep going...

    YanıtlaSil