16 Nisan 2012 Pazartesi

Empty Talk Klasikleri: SÜPER KORKU (Remake)

Dün gece bilgisayarımı karıştırırken eski “Süper Korku serisi” yazılarımdan birini buldum kıymetli takipçiler. Hatırlamayan ya da bilmeyen varsa söyleyeyim, eski forumumuz kapanmadan önce Ayhan’ın “Sodacan Adventures”ından gaza gelerek bizim ekibin yaşadıklarını konu alan dört tane yazı yazmıştım Süper Korku adı altında. O yazılar bu blog’dakiler kısmen benzerlik gösterse de genellikle farklı zamanlarda geçmiş olayları aynı zamanda geçmiş gibi anlatıyordum potpuri tadında. İşte dün bu yazılardan ikincisini buldum ve şöyle bir tekrar okudum. Açıkçası bayağı güldüm de. O yüzden yazıdaki insanlık dışı imla hatalarını ve zerre dikkate alınmamış anlatım bozukluklarını da düzeltip, ufak birkaç tane de ekleme yaparak remake tadında tekrar blog’a koyayım istedim. Zira eğer birileri yazıların bir kopyasını almadıysa elimizdeki tek Süper Korku yazısı da bu olacak. Her neyse işte, oldukça büyük bir karakter çeşitliliği içeren (Ayhan ve Özgün bile var) bu yazıyı hatırlamak isterseniz, ahanda yazı aşağıda. Lakin yazı öylesine eski ki yazıldığı zamanlarda Ali hâlâ bir süngermiş, Can’ın Rör’ü *mın içine kaçmamış ve Özgür Ankara’ya gideli çok olmamış. Buyurun efendim:

“Not: Süper Korku serimizin ikinci sezonuna hoş geldiniz arkadaşlar. İlk sezonun sona erdiği zaman diliminden bu yana ekipçe pek çok farklı şey yaşandı. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki serimizde geçen çoğu olay gerçek olmakla birlikte yalnızca farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. O yüzden okuduktan sonra salak salak "O olay, o zaman olmamıştı *mına koyim!" diye atlamayın lütfen. İyi eğlenceler!

..."Nerede kaldı bu adam ya?" diye sordu Özgün. "Rize'den babaannesi gelecekmiş, o yüzden gecikecek biraz" diye yanıtladı Ersen tüm saflığıyla. Zavallım, zaten hepimizden hep bir saat rötarlı gelen Yiğit'in az önce bana "Abi otobüsle gelirken yolda tanker patladı, biraz daha gecikeceğim" diye mesaj attığından habersizdi. Sanırım insanların zayıf noktası bu galiba dostlar, sevdiği insanlara ne kadar hata ya da yanlışlar yapmışlar olursa olsun kötü hiçbir şeyi yakıştıramamak. Lakin bana sorarsanız bu olay koruma içgüdüsü değil yalnızca salaklıktı. Zaten Yiğit'in buluşmalara daima gecikeceğini bilmeyen bir birey, sosyal kültür ve medeniyetten dersler almış olamaz.

Tabi tahmin edersiniz ki gene artık çalışanlarıyla enseye şaplak g*te parmak kıvamına geldiğimiz Sardunya's da idik hep beraber uzun bir aranın ardından. Bu sefer aramızda her zaman ki İzmir ekibinin yanı sıra diğer şehirlerden dostlarımız "Açıksız" Özgün(sebebine sonra değineceğim), ilk hayvan dostumuz Ali ve Can'ın Rör'lerinden etkilenmeyeceğini iddia edecek kadar özgüvenli Ayhan vardı. Nihayetinde tekrar bir arada idik, hem de yepyeni katılımcılarla! Buna elbette ben hariç herkes büyük bir keyifle içiyordu, bense barmenin neden içmediğime dair yaptığı gereksiz esprilerle boğuşuyordum. Ayrıca eski dostum, yeni Rival'ım Ersen'e de kıldım artık. İstanbul'a gidince İzmir'i, İzmir'e dönünce de İstanbul'u s*kerek ortam yapmaya çalışan bir insanın asla gözünün yaşına bakamazdım, çünkü prensiplerim her şeyden önce gelir, kıymetli dostlarımdan bile...

Bu sebeple masada dönen ve beş yıldır ısrarla dahil olamadığım anime&manga muhabbetinden uzaklaşmak için kültürel alanda en yakın partnerim Ali'ye döndüm. Ali kendisini "Ayı" olarak nitelese de D&R'dan klasik müzik CD'si alan bir insandı, ki ben entelektüel yönümle gurur duyduğum şu yıllar içerisine D&R'dan ne bir kitap ne de bir CD almıştım. Yalnızca üzerinde karı resimleri olan DVD'lere bakmak ya da 5tl'lik ucuz ama iyi filmleri almak demekti benim için D&R. Hele ki izlediğim bir filmin de DVD'si denk gelip, film hakkında ortaya atıp tutarsam değmeyin keyfime. Söyleyin dostlar, şu dünyada hangi bilinç kendini ispatlamak adına çalışmaz ki?

Nitekim Ali ile muhabbetimiz oldukça koyu gidiyor, Stanley Kubrick'in filmlerinde işlediği kötülük teması üzerinde tartışıyorduk. Şunu da eklemeliyim, Ali tam bir "Mayın Master"dı ve şu an benimle gerçekten dialektiğe mi girmişti yoksa sadece beni mi s*kiyordu hâlâ tam olarak bilemiyorum. İşte ben tam bu ikilemler içinde çırpınırken Özgür dalıverdi konuya:"Otomatik Portakal'ın kapağındaki turuncu renk insanların içindeki aşkı simgelemektedir, o beyaz font ise yalnızca yönlendirilmemiş insanların imgesel olarak statik bir ruh halinde tamamen safi bir arınmışlığa sahip olduğunu göstermektedir" dedi ve "Ayrıca bu dünyada ki en kral adam da Tim Burton'dır. Adam biz iki tane meme elleyelim, iki tane hatunla sevişelim diye film yapıyor ama hiçbiriniz bunu kullanmıyorsunuz. Hepinizin g*tüne koyayım *mına kodumun embesilleri" diye heyecanla ekledi. Gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan bu açıklama başta bu tarza tamamen yabancı olan tüm yeni dostlarımızı ve şu hayatta söyleyecek sözü olmadığı tek konu hatunlar olan Can'ı, ellerine yalnızca gidiş barındıran biletlerle dumur diyarlarına gönderdi.

Peki Özgür'e ne olmuştu? Yüzyıllardır dillere pelesenk olmuş, hayatın gerçek ritmini yalnızca o ritimden kurtulunca yakalayan şairler gibi dizelerini sonsuzluğa akıtır hâle mi gelmişti yeni Ankara hayatında? Hayır, yalnızca gittikçe sarhoş oluyor ve buna bağlı olarak da saçmalama dozajı artıyordu. Ama o an konuklarımız Ayhan ve Özgün'ün yüz ifadelerine dikkatle bakınca da aslında Özgür'ün gizli planının aynı sinsilikle devreye girdiğini görebiliyordum.

Bu sıkıntılı anda Yiğit beliriverdi mekânda. Masada oturanların yüz ifadelerine bakıp, neler kaçırdığını anladığı an "*MINA KOYİM BOŞ MUHABBETİ KAÇIRDIM!" diye acı içinde haykırarak dâhil oldu ekibe. Artık kelimenin gerçek anlamı ile tamdık ve seri biçimde saçmalamaya hazırdık. Kimi insanlar hayatımızda kader denilen şeyin birbirindeki farklı parçaları tıpkı bir puzzle gibi anlamlı bir resmi tamamlaması için bir araya getirdiğine inanır. Şu an masamızda oluşan bütünlüğün özeti tam olarak buydu işte.

Yiğit kaçırdığı boş muhabbetin verdiği pişmanlıkla olsa gerek oldukça neşeli bir biçimde "Dikkat ettiniz mi hiç, Özgür oturduğu masaları siliyor hep?" diye içinde sadece onun sandığı bir mizah kırıntısı olan bir soru sordu masa silme hareketi ve tebessümlü bir yüz ifadesiyle. O an masayı bir ölüm sessizliği aldı. Coşkulu bir kahkaha olmasa bile ufak bir tebessüm bekleyen dostum, bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyi yaşıyordu. Sonsuzluk gibi süren sessizliğin ardından masada kahkaha patlamaları yaşadı, herkes resmen gülmekten g*tü patlıyordu ama Yiğit'in anlattığı şeyin komikliğine değil sadece düştüğü duruma. Ve artık Yiğit için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu kara lekeyi ömrünün sonuna kadar taşıyacak, acı geçmişi asla peşini bırakmayacaktı.

Lakin hayatta herkesin ikinci bir şansı vardır ve Yiğit bu şansı kullanmaya niyetliydi. Hemen kurtulmak için konuyu Bleach’e getirince gene s*ke s*ke diyalogdan uzak kalmak zorunda kalmıştım. Bu sefer Murat'la metal müzik üzerine konuşmaya karar verdim. Ve her şey aslında çok güzeldi, ta ki Murat'ın 5dk sonra bana zerre ilgilenmediğim, s*kime takmadığım, hatta dünyada kalan son oyun olsa bile asla ilgilenmeyeceğim Battle For Middleearth’ü zorla anlatmaya başlamasına kadar. Buna bırakın diyalog, hatta monolog bile denilemezdi çünkü Murat her ırkın gene hiç ilgilenmediğim tarihçelerini sırayla anlatarak beynime tecavüz ediyordu.

İşte bu umutsuz anda Can'ın tüm gürültünün üstüne çıkan bir Rör'ü kurtarıcım oldu. Sebebini bilmediğim bir sebepten dolayı Ayhan'a çeyrek Rör atmıştı, misafir olmasını falan takmadan hem de. Bazı anları betimlemek için satırlar yeterli değildir kıymetli dostlar, inanın bu gibi durumlarda bir ufak resim kitaplar dolusu satırdan çok daha kuvvetlidir. Nitekim Ayhan'ın yüzü de aynen öyleydi işte. Daha kısa bir süre önce "Rör-Proof"(Rör Geçirmez) olduğunu iddia eden Ayhan, tıbbi karşılığı ile resmen kısmi felç geçiriyordu. Yediği Rör çeyrek bile olsa da bakışları ve kafası sabitlenmiş, gözleri boş boş bakıyordu. Aslında bu normal bir durumdu ilk Rör'ünü yiyen insanlar için, benzer semptomlar bütün hastalarda da görülürdü. Ama ya Can daha öfkeli olup bize, özellikle de Yiğit'e sık sık attığı gibi bir tam Rör atsaydı? Allah korusun, kıymetli dostumuz Ayhan'ı o gece kaybedebilirdik bile.

Ayhan kendine geledursun, Özgür bu sırada Ali için dünyadaki her soruda yaptığı gibi seçenekleri yalnızca ikiye indiriyordu. "Seç!" diye haykırdığı sarhoşluğun verdiği güçle ve ortağı Çağatay ekledi "Ya Capcom'cusun, ya da SNK'cısın, yani eziksin, ona göre" diye. Ali her ne kadar da bir Ayı olsa da vahşi doğası bile bu kadar keskin seçenekleri kaldıramıyordu ve bu yüzden cevap arar biçimde gözlerimizin içine bakan şey vahşi bir ayının değil şaşkın bir koyunun gözleriydi. Tam o anda ilgi bekleyen Ersen haykırdı "Namco'cuyum de. MESSATSUUU!!!!" apansızın sebebi bilinmeyen bir şekilde. Tıpkı bir kaos değil mi? Hayır tam olarak sayılmaz çünkü aynı anda kendisine yeni yeni gelen Ayhan da "Abi ben tanrıya inanmıyorum ama bi enerji var kesin" diye boş muhabbetin en temel konusuna değinip Özgür'ün tüm ilgisini çekerek Ali'yi kurtardı. Ama bunu kendi iradesi ile mi yapmıştı yoksa Rör'e bağlı beyin ölümü mü sebep olmuştu tam olarak bilemiyorum.

"Yeter bu kadar!" dedi Çağatay, "Biraz da Özgün'ü s*kelim, böyle kuru kuruya misafirlik olmaz. Yok mu bu adamın bir zayıf noktası?" diye çıkıştı. Lakin yıllardır görüşen 10 kişilik bir ekip olarak elbette Özgün'ü hemen satamazdık değil mi? Bok satamazdık! İki saniye içinde masada Özgün'ün zayıf noktalarını bulmak için müthiş bir sinerji oluştu ve Ali ölümcül darbeyi acımasızca indirdi:"Evet var, Özgün kadınlar konusunda hiç seçici değil, nefes alsın yeter ona!" diye haykırdı. Verilen bilginin doğruluğu ya da yanlışlığı önemli değildi, önemli olan Ali'nin KoSF ekibinde hayatta kalmanın tek yönteminin birbirini kollamak değil, tam aksine yeri geldiğinde fütursuzca s*kmek olduğunu çok kısa sürede öğrenmesiydi. Doğa bütün canlılara hayatta kalmak için gereken özellikleri öğretiyordu işte.

Saatler ilerliyor, alkol oranı artıyor, ve alkoldeki eşik oranı aşıldığı için de ortam zekası tam ters yönde ilerliyordu, özellikle de Özgür için. "Hadi bırakın boş muhabbeti!" dedi Özgür ve Yiğit'in öfkeli bir cevap vermesine sebep oldu:"Olur mu lan? İ.M.B.M yapıyoruz burada (İçki Masasında Boş Muhabet) boru değil aq". "Biliyorum lan!" diye yanıtladı Özgür:"İ.M.D.B işte, İnternet Movie Data Base"...”

1 Nisan 2012 Pazar

Tatil Günlükleri#3: KoSF, Poker, Tencere ve Tava

Tarih: 16 Ağustos 2010

Didim’de kiraladığımız yazlığa girmek üzereydim. İçeri ilk adımı attığımda bir ürperti gelmişti. Biricik dayanağım Street Fighter’cı dostum Çağatay’a yakın durmaya çalışıyordum. Yiğit gene her tatilde yaptığı gibi mizah dergilerine gömülme moduna girmişti. Ben ise hemen ekibin sorumluluk alan geri zekâlısı olarak, geçireceğimiz beş günlük süreçte tatilimizi kolaylaştırmak ve eğlenceli kılmak adına Can’a ve Murat’a g*tlerinde köpek bağırsa hayatta s*klemeyecekleri, Ersen’e de denese bile asla başaramayacağı, olabildiğince basit birkaç görev verdim. Biraz keyiflenmek için Yiğit’e dönüp inceden bir boş muhabbet açlığı ile “Bu akşam am üstünde kolbastı oynayacağız dimi birader?” dedim (“Karşim” salgını o sırada henüz yayılmamıştı). Pası alan Yiğit topu doksana taktı: “Dostum ben yorgunum. Havuza girerim, 3-5 kız var orda masaj yaptıracağım”

Yemek için Emre’yi beklememiz gerekiyordu. Lakin Emre’nin fazlasıyla anaç annesi (Buradan saygılar, selamlar) Emre’nin 23 yaşında olmasını bir türlü kabul etmeyerek, onu anne dırdırı terörü sonucu otobüsle yollamaya ikna etmişti. Nihayetinde Emre’nin de aramıza katılmasıyla inceden bir kahvaltı yaptık. Dışarıda yediğimiz tost-çay ikilisinin ardından yazlığımıza geri döndük.

Hemen görev alanım olan mutfağa girip, alanımı hâkimiyetim altına almak istiyordum. Lakin bir türlü yemek pişirmek için tencere ve tava bulamıyor, ev sahibine alabildiğine sövüyordum. Hemen kirayı verdiğimiz kadına gidip “Evde tencere yok, ne yapacağız?” dedik. Adres vakasından zaten sinirli olduğum ev sahibiyle telefon görüşmesi yaptım ve verdiğimiz kiradan bir miktar para istedim tencere almak için. Adam 20, ben 40 derken işi 30’a bağladık. Ve Can’ı arayıp gelirken bulabildiği en büyük tavayı getirmesini istedim. Çünkü kendisi asla geçemeyeceği bir sınava girmek için tatile geç katılacaktı.

Bu yaratıcı fikrimle 30 lira bize kalacaktı ve biz de şezlong kiralayacaktık. Elbette her zaman ki gibi fakirliğin dibine vuruyorduk. Üzerine de standart ekip paradoksumuza, girip kızların neden bizim üstümüze atlamadığından yakınıyorduk. Her neyse, nihayetinde plaja gidip 300 kiloluk yaşlılar sürüsünü bulup aralarına oturduk. Biz ekip olarak bayılıyoruz 300 kiloluk yaşlılara. Adeta beş gün boyunca bunların sürekli bulunduğu tarafa zevkle gidip “Selilütli teyze bacağı” ve “Sarkmış nine memesi”ne bakıp göz zevki yapıyorduk. Ben “Avratını s*ktiklerim, sanki bütün Didim plajını doldurmuşlar. “ diye kızarken aramızdan kimse kalkıp da “Hadi başka yere gidelim” falan demiyordu. Ve beş gün boyunca bunu tekrarlıyorduk. Aslında hepimiz aklı başında, kafası çalışan adamlarız. Ama işte tanrının da kahkaha atmaya ihtiyacı var. Şikâyet edip karşı koymaya başladığımız anda düğmeye basıp beynimizi manipüle ediyor ve oraya kilitliyordu bizi. Herşey tanrının parmağının ucundan çıkacak olan ufak bir “bızt” sesine bakıyordu. Büyük ihtimalle orada dönen muhabbet de şöyle olmalıydı:

Tanrı: Cebo! Gel bak yine ne yapacağım salaklara.
Cebrail: Patron vallahi yeter! Ayıp yemin ediyorum ya. Gidip uyaracağım bak.
T: Uyar uyar. Seni Ersen’e vahiy vermeye yollayım da gör ebeninkini tersten
C: Tamam bir şey demedik. (Manyak lan bu!)
T: Aklından geçenleri okuyabilirim Cebo, tanrı olduğumu unutma
C: Peki patron…

Gün içinde çeşitli şakalar, muhabbet falan derken akşam eve döndük. Lakin en beklemediğim adam Çağatay, (Murat’ın da müthiş tabiriyle) el bombasının pimini çekip cebime koyacaktı!
Mutfakta iki saat boyunca dolaşıp gözümün önünde olan, fakat göremediğim dolapları Çağatay çok normal olarak girer girmez fark etmiş ve standart bir insan merakıyla açıp bakmıştı. Ve dolaplardan inat yapar gibi bütün Didim’e yemek yapacak kadar tencere ve tava çıkıyordu. O kadar alet edevatı o dolabın alması bile imkânsızdı. Allah resmen parmağını şaklattıkça orda tencere tava yaratıyordu. Ve sonuç olarak bütün ekip beni ağız birliğiyle itin, kedinin ve bilumum sokak hayvanların g*tüne sokup sokup çıkarıyordu…

Ertesi gün o ilk ürperti aslında Cebrail’in ince bir yardımıydı. Bahçeli evlerdeki en büyük fantezim olan balkona ve bahçeye su tutma işini yapıyorum. Can ve Murat evi süpürüp temizlemediği için de arada o işi de yapıyordum. Sonra Murat baktı ki ben ortalığı temizledim, ıslak olan balkona çıplak ayakla basıp, sonra kapının önüne gidip ayaklarını iyice tozda toprakta çamur yaparak bütün sabah temizlediğim yerleri kirletiyordu. (Yok yok, ben Murat’ın karsına tecavüz etmiş falan değilim)

Bağırma çağırma derken gazete almaya gittim. Döndüğümde biricik arkadaşım, Ankara’daki can dostum Murat, ekip daha iyi beslensin diye market vurgunu yaptığım sırada (Faturasız alışveriş) kendim için aldığım (ve isteyen var mı diye milyonlarca kez sorduğum) beş günlük meyveli yoğurt stokumu tüketiyordu. Emre de her şeyden habersiz oturuyordu. Murat’a “Ulan daly*rak, benim meyveli yoğurtları neden götürüyorsun?” diye bağırdığımda da hem Emre’nin hem de benim beynimi yaklaşık yarım saat durduran cevabı yapıştırdı: “YİĞİT DE BENİM ÇİKOLATIMI YEDİ *MINA KOYİM!”

Ne kadar saçma şeyler yaşanmış olursa olsun nihayetinde her şey yoluna girmişti. Emre ile Ersen büyük meme avından dönmüş, ben de kafamda KoSF ekibine öğretip hep beraber oynamak gibi tamamen saçma, anlamsız, geri zekâlıca bir amaç edinmiştim. Ve genelde ekibin sosyal faaliyet sürükleyicisi olan Emre’ye konuyu açtım. Son derece olumlu karşıladı. Tüm ekibi masaya oturtmayı başardıktan sonra bu müthiş oyunun kuralarını anlattım. Herkes anladığını söylese de oyun boyunca 3653453 kere kuralları sormalarına rağmen gayet eğlenceli geçiyordu.

Murat genelde eli iyi gelince blöf yapmak için “Ahh bee” diye çığlık atıp, yere parasının yarısını koymak gibi anlamsız hamleler yapıyordu. Aslında elinde ne olup olmadığını bilmeyerek oyuna giriyordu. Ve onun için ortaya fiş atmak çok yorucu bir eylemdi, onun yerine bir kızla 5000 sms yapmayı tercih ediyordu. Ersen ise kılını bile kıpırdatmadan beynimin anasını s*kiyordu. Yüzünün herhangi bir ifadeye sahip olmaması yüzünden elinde ne olduğunu dünya poker şampiyonu bile anlayamazdı. Çağatay ise eli kötü gelince tüm sevdikleri ölmüş ergenler gibi bakıyor, eli iyi gelince de Süpermen özgüveniyle oyunu giriyordu. Oyunu bir tek Emre kıvırabiliyordu. Ama yine de eğlenceliydi. Sonuç olarak Can ve Emre oyuna iyi adapte olmuştu, bir yandan benim ardımdan ikinci olmak için diğer yandan da beni aşağı çekmek için baya efektif oynuyorlardı. Ersen manyağıysa hiçbir tüyo vermemesine rağmen tek pair’a bütün parasını koyarak benim dışımdaki herkese kaybediyordu. Ama inanın her şey çok eğlenceliydi.
Ama kim bilebilirdi ki bir sene sonra bana poker masasında cinnet geçirteceklerini?… (Detaylı bilgi için Bkz. 2nd Didim Adventure: The Dark Side of KoSF)

(O sırada gökyüzünde):
Mikail: Olum yardım etsek mi la. Yazık çocuklara…
Cebrail: Yok arkadaş biz g*t altına gideceğiz. Ben o Özgür malını uyardım. Artık yapacak bir şey yok!

Yazan: oZzIiI

Emre'nin Notu: Bir sonraki tatilde Ali resmen Murat'ın pokerdeki yerini almış aq. Tanrının sistematiğine hayran olmamak elde değil. İnanmayan taş olsun...