7 Kasım 2015 Cumartesi

Final Countdown

Tarih: 22 Haziran 2013 – Gece yarısından hemen sonra

“Güzel bir yaz akşamıydı” diyeceğim ama blogtaki yazıların %90’ının bu cümleyle başladığını bildiğiniz için tekrar etme ihtiyacı hissetmiyorum. Zira askerlik gibi ulvi bir görevi daha yeni geride bıraktığım için özellikle benim adıma oldukça güzel bir akşamdı. Saolsun Çağatay da “Beyler bizim evin terası düzenlendi, süper oldu. Tam içmelik, gelin beraber içelim” diye beni, Can’ı, Özgür’ü ve kardeşi Berkay’ı da davet ederek hepimizin hayatını güzelleştiriyordu. Öylesi güzel bir insandı Çağatay, fakat garibimin kendi sonunu hızlandırdığından da haberi yoktu…

Her şey gerçekten de kusursuz ilerliyordu. Teras düzenlenmiş, masalar ve koltuklar atılmış, çardak yapılmış ve hava tam anlamıyla muazzamdı. Unutulmaz seviyede boş muhabbet dönüyor, kahkahalar havada uçuşuyor, kimi zaman ciddi meselelere giriliyor ve en önemlisi de tekila bildiğin su gibi akıyordu. Hani o sıralarda Litvanya’da fink atmakta olan Yiğit’in bile imreneceği türden bir akşamdı inanın. Üstelik ne hikmetse tüketilen onca tekilaya rağmen (tabi ki ben hariç ;) kimse de kafa olmamışa benziyordu. Ta ki dün gibi hatırladığım Çağatay’ın şu sözlerine kadar:

“Abi bu ne kadar güzel bir içki ya, içiyorum içiyorum bir şey olmuyor…”

Ne olduysa işte bu sözlerin hemen ardından oldu. En az 2 saattir son derece ayık şekilde takılan Çağatay, Özgür ve Can’ın eli, ayağı, çenesi birden Medyum Memiş gibi çarpılmaya başladı (Unutmadan Berkay da içiyordu fakat adabıyla yavaş yavaş içtiği için ona pek vurmamıştı). Suratlar kızarmaya, konuşmalar bozulmaya, uzuvlara felç inmeye başladı ve ekip birden bire yamuldu. Artık kaliteli mizah yerini anırmaya, anlamsız tepkilere ve vücut hareketlerine, gereksiz çıkışmalara bırakmıştı. Yürürken 8 değil adeta 88 çizen bu adamları yüksekliği diz hizasında olan teras kenarlarına gitmemek için Berkay’la çılgın bir savaş veriyorduk. Fakat onlar ise aşağı uçup beyinleri patlatmak konusunda ellerinden gelen her şeyi yapıyor ve engel olunca da küfrediyorlardı.

Derken Özgür ve Can’ın arasında hangisinin daha sporcu olduğu konusunda ciddi bir kavga çıktı ve ikili derhal olimpiyatlara başladılar (Şaka yapmıyorum). 2013 Yaz Olimpiyatları Çağatay’ların terasında düzenleniyordu ve açılış oyunlarında bu iki sarhoş adam çılgıncasına şınav çekmeye başladı. Tabi bu esnada birbirlerine feci şekilde hakaret edip birbirlerinin karı kılıklı olduğu iddia ediyorlardı. Sporun ve sportmenliğin ruhuna aykırı bir durum vardı ortada. Bu esnada da Olimpiyatların resmi yayın kuruluşu olan Çağatay TV de cep telefonu ile hem oyunları çekiyor, hem de dili döndüğünce anlatımı üstleniyordu. 

Heyecan dolu oyunlar Can’ın şınav hızını arttırdı diye Özgür’e kızıp kolunu çekmesiyle son buldu. 1-2 itirazın ardından gülmeye başlayan ikili kendilerinden beklenmeyen şekilde sportmence yarışmadan ayrıldılar (Daha doğrusu ikisi de vadettiği şınav sayısına ulaşamadı). Berkay ise bizden aldığı puştluk eğitimine uygun şekilde için telefonu abisinin elinden kaptı ve yerden kalkan Özgür abisinin yanına giderek sordu: “İmge ablayı ne kadar seviyorsun Özgür abi?”

“ÇIK SİVİYORUM” dedi Özgür boynunu ve ellerini tatlı küçük bir kız çocuğu yana bükerek. O an Özgür’ü görseydiniz yemin ederim aklınıza gelen ilk soru “Kaça gidiyorsun yavrum sen?” diye sormak olurdu. Özgür şunu da bilmiyordu ki bir ekip efsanesi haline gelen bu “ÇIK SİVİYORUM” muhabbeti kendisini artık mezara kadar takip edecekti…

Çağatay bu sorunun arkasından efkârlandı ve insanlara ilişkileri hakkında sorular yöneltmeye başladı. Telefonu da Berkay’ın elinden kapıp bana teslim etti ve çekmemi emretti. Bir gözü “Kalk gidelim”, öteki gözü ise “Otur, bok yeme” diyen bu adama itiraz etme şansım yoktu ve çekimleri ben sürdürmeye başladım. İşin ilginç tarafı Çağatay insanlara sorular yöneltiyor fakat hemen ardından “Bİ DAKKA BENİ ÇEK!” diye haykırarak cevaplamalarına müsaade etmiyordu. Bu esnadaki müthiş açıklamalarına ise girmek bile istemiyorum. Sürekli olarak “Bİ DAKKKAAAA, BENİ ÇEK!” diye anıran alkollü bir Çağatay hayal edin. Bu çırpınış bir 10dk kadar sürdü ve Çağatay bütün soruları bu şekilde durdurup gösterinin tek yıldızı olmayı başardı. Fakat gene de de tatmin olmamıştı ve sinirli bir şekilde telefonu elimden kapıp kendini çekmeye ve nedenini hala bilmediğimiz şekilde İngilizce olarak geri sayıma başladı. Üstelik her saniyede her biri birbirinden özürlü ve farklı yüz ifadelerine bürünüyordu (Yazının bu kısmını okurken fonda Europe’un Final Countdown parçasını açmanızı tavsiye ederim):

“Ten”

“Nayn”

“Eyt”

“Siks”

“Sevın”

“Fayf”

“For”

“Tıri”

“Tuu”

“Bİ DAKKKAAAAAAA” (“Van” demek üzereyken telefonu elinden düşürüp haykırdı).

Ben ve Berkay iç organlarımız ayrılırcasına gülerken Özgür ve Can kalan beyin kırıntılarıyla gülmeye çalışıyordu. Çünkü Can da bitap durumdaydı ve oturduğu yerden koltuğun yan tarafına daha önce hiçbir kadına göstermediği bir şehvetle sarılıyordu. Ama en azından dürüsttü ve “Abi ben şu an ölü durumdayım” diye kabul etti. Gerçekten de onu hayata bağlayan tek şey koltuğun arkalığı olabilirdi.

Tam bu esnada evin önünden acı bir fren sesi duyuldu. Ufak bir ticari araç (şirketin adı üzerinde yazılı olmasına rağmen hatırlamıyorum) sertçe durdu ve içinde birbirine ana-avrat küfreden genç bir çift indi. Adam saçından yakaladığı kadını bildiğin hayvan gibi dövüyor, debelenirken terlikleri havada uçuşan kadın ise “ALLAH BELANI VERSİN *ROSPU ÇOCUĞU!” diye bağırıyordu. İşin garip tarafı aynı araçtan inen 3-4 kadar kadın ve erkek de olaya müdahale etmiyordu. Genç kadın 4-5 tokat daha yedikten sonra bir anda adamın elinden kurtuldu ve bağıra bağıra sokaklarda kaçmaya başladı. Genç adam ise peşinden koşmaya…

O an için durdum ve kendimi sorguladım. Nasıl bir sirke gelmiştim böyle? Nasıl bir harikalar kumpanyasıydı bu? Çağatay niye “Bİ DAKKAAAA, BENİ ÇEK!” tümcesine takmıştı? Bu adamlar neden bir anda zil-zurna olmuşlardı? Bu çift neden kavga etmek için koskoca Buca’da Çağatay’ın evinin önünü seçmişti? Üstelik kadına gösterilen bu şiddete inanılmaz sinirlenmeme rağmen müdahale edemiyorum. Çünkü yanımda sürekli olarak “Bİ DAKKAAAA, BENİ ÇEK” diye bağıran, çok tatlı şekilde “ÇIK SİVİYORUM” diyen, ya da karısına sarılır gibi koltuğun kenarına sarılan adamlar varken böyle bir hamle duş alan zencilerin arasına dalmaktan farksız olurdu.

İşte ben bu düşüncelere dalmışken 5dk sonra sokakta gene bağrışmalar yükseldi ve genç kadını gene saçlarından yakalayan adam yerlerde sürüye sürüye kadını getirdi. Zorla araca bindirdikten sonra da hep beraber uzaklaştılar. Buca’nın tırt Batman’i olarak bir suçu daha durduramamıştım…

Çağatay’ın ani dirsek darbesiyle irkildim. “Tuvalete götür beni” dedi sinirli şekilde. Çişi geldiği için gerçekten de çok sinirliydi ve 2 kat aşağıdaki evinin tuvaletine gitmek istiyordu. Merdivenlerin tepesindeyken kendisini aşağıya ittirmek inanın bu haldeyken onu tek başına yollamaktan çok daha tehlikesiz olurdu. O an son ihtiyacımız olan şey ise merdivenlerden yuvarlanan adamlardı zaten. Omzuma yaslandı beraber yola koyulduk. Baktım, aynı şekilde Can da Berkay’ın omzundaydı ve onlar da bizim gibi tuvalete göç kavmine katılmıştı.

Uzun ve zorlu yol boyunca bir teşekkür, bir hakaret ederek af edersiniz kafamı gözümü s*kti Çağatay. Önce benim alkol kullanmadığım için geri zekâlı olduğum konusunda ısrar ediyor, sonra da “Abi kusura bakma ya çok alkollüyüm” diyordu. Sonra da plağı gene başa sarıyordu. Orada derinlerde bir yerde sarhoş olduğunu bilen ayık adam vardı fakat Kaptan Mağara Adamı dışarı çıkmasına müsaade etmiyordu. Benzer diyalogları garibim Berkay da Can’la yaşıyordu. Gene de bir şekilde tuvalete varmaya başardık ve “Bİ DAKKAAAAAAA ÖNCE BEN GİRCEM S*KERİM!” diye haykıran Çağatay yalpalaya yalpalaya tuvalete girdi.
Şükürler olsun ki Çağatay birkaç dakika sonra kazasız belasız şekilde tuvaletten çıktı. “Abi gelmişken ben de gireyim bari, bir dakika beklesene” dedim ve tuvalete girdim. İçtiğim Ice-tea ve kolalar kafa yapmadan vücudumdan atmam gerekiyordu. Zira dışarıda getirdiğim gibi yukarı taşınmayı bekleyen bir adam vardı. “Taşınmayı beklerken” derken yanılmamışım bu arada. Çünkü kapıyı açtığımda Çağatay çarmıha gerilmiş gibi kollarını iki yana açmış biçimde yerde yatıyordu ve bıraksam o şekilde uyuyacaktı.

Berkay ve Berkay’ın taşıdığı Can da tuvalete gelince Çağatay’ı yerden kaldırdım (küfürler eşliğinde) ve terasa geldiğimiz gibi geri dönmeye başladık. Zaten bu dakikadan sonra her şey Çağatay için baş aşağı gitmeye başladı. O incecik zayıf adam öylesine yoğun şekilde kusmaya başladı ki vücut kitle indeksinden çok daha fazlasını feci şekilde çıkartıyordu. Abartmıyorum Migros poşetleri yetmiyordu adamın midesinden çıkanlara. Hatta kendisinden geçmiş şekilde Özgür’ün kucağındaki poşete kustuğu resim elimde mevcut ama bokunu çıkartmamak adına onu buraya koymuyorum.

Gecenin sonu da bu şekilde başladı tabi. Çağatay komadayken Can ise Özgür’den daha ayık olduğu konusunda onunla kavga etmek meşguldü. Ama ne yalan söyleyeyim, Özgür net bir şekilde daha iyi durumdaydı. Çünkü alkollü Can’ı ayırt etmek kolaydır. Hep bağırır, yüzü –özellikle de yanakları- kıpkırmızı olur ve gözlerinin feri gider. Zaten bu iki salağı yerine yatırıp Özgür’le KoF oynamaya başladıktan 10dk sonra hakikaten tam anlamıyla ayıldı adam.

Büyük ihtimalle blog tarihi boyunca yazdığım için ekibin en sinirleneceği yazı bu olacak ama böylesi epik bir olayın tarihin tozlu sayfalarında kaybolmasına içim elvermedi doğrusu. Özellikle yakın zamanda iyice körelen hafızamı mazur görün, olayların sırası ya da ufak detaylarda hatalar yapabilirim ama bahsedilen kısım hakkında ne kadar sinirli yorum varsa emin olun o kadar da doğrudur. Hatta çok büyük ihtimalle de eksik bile anlattım olanı biteni. Gerçi ekibi yakından tanıyan biriyseniz yaşananların doğruluk payı hakkında net fikir sahibi olacağınıza da şüphem yok.

Gelgelelim bu müthiş akşamın en büyük geri zekâlılığı ne Çağatay’ın küfelik olması, ne Can ve Özgür’ün olimpiyatları, ne de diğer olaylar. Kabul etmek gerekirse bu gecenin en büyük geri zekâlıları ben ve Özgür’üz. Neden mi? Çünkü bütün akşam olan biten her şeyin videosu vardı, sabah Çağatay komada yatarken ve yataktan kalkacak hali yokken biz bu videoları Özgür’le beraber izledik, fakat aklımızı ta g*tünden s*keyim ki ne yapıp edip o videoların birer kopyasını almadık. Çağatay g*tü de o günün ardından yok telefon değişti, yok attığım bilgisayarı formatladım bilmem ne diye sallayarak belki de ekip tarihinin en önemli videolarını yok etti. Adam asla kimseye kendisiyle ilgili koz vermez çünkü. Ama yemezler Çağatay, o videoların sende olduğunu adımız gibi iyi biliyoruz!

Ayrıca bir detayı daha eklemek istiyorum unutmadan. Bu adamları tuvalet için aşağıya indirdiğimizde Can evdeki bir şişe tekilayı daha içmek konusunda ısrar etti ve fakat başarılı olamadı. Bir de o şişenin içildiğini düşünsenize?

Dip Not: Yiğit ibnesinin de “Blog’a iki yazı ekleyeceğim abi” diye atıp tutmasından bu yana 6 ay geçti. Kendisinden ya delikanlı gibi sözünü tutmasını bekliyor ya da bu vaatleriyle AKP’den aday olmasını diliyoruz, böyle bir yetenek boşa gitmemeli çünkü. (Yiğit’e geçirmeden yazıyı bitirmek istemedim).

1 Haziran 2015 Pazartesi

Kara Pirens Gecikir (Belki Hiç Gelmez)


İnsanın kafa kıyakken kankalarına çektiği "Oğlum sizler var ya ömrüm boyunca tanıdığım en kral adamlarsınız!" muamelesi bir yana… Bazen şöyle bir düşünüyorum da nereden baksam 4-5 senedir tanıdığım şu herifler (aslında 8 senedir, nedenini yazının sonunda açıklayacağım – Emre), hayatımda amma çok öneme sahip (ulan 15 senedir tanıyormuşum gibi oldu böyle yazınca da). Şu zamana kadar KoSF ekibiyle ilgili pek çok anı anlatıldı bu blog’ta ama bir de kendi bakış açımdan KoSF'un oluşumunu dile getirmek istedim. Tabii eski mesajları, msn log’larını, fotoları filan arşivlerden ayıklamak gerekti. Yani uğraştırıcı bir işti ve ben de uğraşmayı pek sevmem (zira Yiğitsel Yatışizm tabusudur) ama işte ekip için olunca… Beyler sizler var ya...

Nasıl Başladı?
İnsan evladının hayat döngüsündeki en iğrenç evre olarak da nitelendirebileceğimiz ergenlik dönemimin ortalarında anime belasına bulaşmıştım. Zaten askeri liseden ayrılmış olmamın verdiği geçici bir 'özgürlük' illüzyonunun da yarattığı gazla ne yapıp edip müthiş ülkemin saygıdeğer animesever insanları arasında kendime bir yer edinmek istiyordum. Forum ortamlarına da yabancı değildim, haliyle kendimi ilk bulduğum anime forumlarından birine atmıştım. O dönemler, forumlarda şu an embesilce bulduğum 'Kendini Tanıtma' başlıkları olurdu. Ben de bir hışımla inanılmaz derecede s*kik olduğuna inandığım bir tanıtım yazısı yazmıştım kendimle ilgili ve ortamdaki kızlarla hemen kaynaşmak, sevişmek istiyordum. Tabii o zamanlar Türkiye'deki animeci kızların, alınlarında başka uzuvlar bulunduran mutantlar olduğuna dair korku masalları anlatılırdı ama işte ben tersine inanmak istiyordum. Hepsi birer Asuka olmalıydı. Elbette talihim beni animeci kızları tanıyarak hayal kırıklığı yaşamaktan alıkoydu ve bu kızlarla kaynaşmak yerine muhabbetim nedense erkeklerle daha iyi ilerliyordu (böyle kaderi sikerim).

Meet Javidan
Bugün Mr. RÖR, geri zekâlı vb sıfatlarla da anılan Can başlarda böyle bir insan değildi. Yani hangimiz değişmedik ki? KoSF ekibinin tanıştığım ilk üyesi bu adamdı. Kendisiyle eş zamanlı olarak Gamemaster (Gundammaster, Baho) ve Rendan (İlker, Baykuş) gibi klâs adamlarla da yine SOA ortamında tanışmıştım ama Can'la aynı şehirde yaşıyor olmamız muhabbetin biraz daha ilerlemesini sağlamıştı. O zamanlar msn rağbet görüyordu. Hatırlıyorum çoklu konuşma dalgasıyla 3-5 adam toplanıp saatlerce boş muhabbet yapardık. Tabii o zamanlar boş muhabbet demiyorduk çünkü ben henüz doktoramı yapmamıştım.
Can’ın o zamanlar hayat görüşleri de yaş itibariyle farklı bir adamdı. Sadece karate yapıp, çıplak ayakla Alsancak'ta dolaşarak hayatını kazanabileceğini, ekmeğini çıkarabileceğini zannediyordu. İlişkilere yaklaşımı farklıydı bir kere, Kordon'da gezen çiftlere ölümcül bakışlar atardı. Ben o zamanlar ÖSS'ye hazırlanıyordum ve her dershane çıkışı Can'la özellikle Cuma günleri (günah işliyorsan tam işleyeceksin) Alsancak'ta takılıp bira içiyorduk. Gençlikti tabii şimdiye oranla daha hayvani içiyorduk. Sardunyas'ı keşfettiğimiz günlerdi yine bunlar ve daha sonra KOSF ekibinin mabedi olacak ve tekrar Çağatay'ın ampullerle olan sıkıntısı yüzünden gündemimizden düşecekti. Ama bunlara daha seneler vardı. Bizimse tasalarımız yoktu. O zamanlar bize tabaklar dolusu erişte veren bir Çin Büfesi bile vardı lan.

Meet oZzIiI and Lyzard
Bir gün Can kendisinin organizasyonunu üstlendiği bir İzmir SoA buluşması olacağını söyledi bana (evet Can bile organizasyon düzenliyordu o günlerde). Her ne kadar cool takılıp 'iyi iyi sosyalleşmek lazım bu ortamlarda' bahanesini öne sürsem de 'güzel kızlar olur mu acaba?' sorusu da aklımdan çıkmıyordu. Yoldan geçen birisi sebepsiz dövse haklı bulacağım tiplere sahiptik o dönemler. Birbiriyle alakasız ve tek ortak hobileri anime olan bu adamlar bir araya gelince de çok komik bir görüntü çıkıyordu ortaya: kimisi insan yarması - mongol metalci, kimisi Kıbrıs'ta birbirine aduket atan zihin özürlü tiplerden oluşan hibrit bir buluşma grubuyduk.

Bu kadar saçma tip arasından insan olduğunu anladığım sadece 2-3 kişi vardı ortamda ki kendilerini ayırt etmem yeterince kolay olmuştu. Buluşma grubundan bir tip yoldaki kediye hayali katana ile sondaj yaptığında durup düşünen ve 'ben ne yapıyorum burada?' diyen adamlardı bunlar. Bir şekilde aklın ve mantığın yoluna varmalı ve bu adamlarla muhabbete girmeliydim. Yoksa Kawaii-ne Cehenneminde götünden gökkuşağı çıkartarak miyavlayan bir anime karakteri olacaktım.

Bahsettiğim adamlar Özgür ve Çağatay'dı. Sanırım kalbin kalbe karşı olduğu gibi zekâ da zekâya karşıydı. Özgür o zamanlar gecekonduların bağrından kopup gelmiş bir adam gibiydi. İlk gördüğümde bu adam animeci olamaz demiştim kendi kendime. İşin ilginç yanı bu adam Naruto okuyor, Bleach izliyordu. Hatta beni Bleach'e başlatan bu adamdı lan. Çağatay da fazla cool ve sessizdi. Altında NBA şortu olmasa bir sanat eleştirmeni ya da başka saçma bir alanda kendini üstün zanneden Hayalgezer bir lavuk olduğunu zannedebilirdim. Özetle o ortamda biri sorsa en az muhabbete gireceğim adamlar derdim bunlar için ama dediğim gibi artık bir zekâ çekimi midir nedir bu heriflerin muhabbeti inanılmaz sarmıştı. Resmen salak bir animeci toplantısı çok sağlam muhabbet dönen bir buluşmaya dönüşmüştü benim için. Özgür daha o dönemlerde alkole olan ilgisini de belli ederek beni benden almıştı. Henüz dünyaya 'En İyi' olduğunu ilan etmemişti ama kendi açıklarını türlü sıkışlarla kapatıyordu. Daha sonra bu adamlarla çok daha sık buluşmaya başlamış ve anime ortamından kendimizi soyutlayarak kendi içimizde sağlam bir ekip haline gelmiştik.

Meet Knighteen87
Buluşmaya geri dönersek; o gün Çağatay ve Özgür'le muhabbet koyulmadan önce çok daha farklı bir adamla anime dışı bir konuda sağlam bir muhabbete girmiştim. Bu adam Emre'ydi. Çakma metalci görünümlü ve (-XL) ultra zayıf bedene sahip bir adamdı. Başta ot çeken, satanist birisi filan olabileceğinden korkmuştum ama çok sağlam King of Fighters muhabbeti yapıyordu herif. Üstelik muhabbet boyunca aptalca bir adu atma ya da üzerimde teknik uygulama salaklığında dahi bulunmamıştı! Hayatımda ilk kez birisiyle böyle koyu KOF muhabbetine giriyordum aq. Resmen buluşmanın yönü değişmişti benim için. 

Emre o zamanlar oldukça sabırlı, sakin ve anlayışlı bir adamdı ancak KOSF ekibi zamanla kendisini çok yıprattı. Buluşmalardan önce yazılan mesajlara cevap alamaması, insanların buluşmaya geç gelmesi en önce Özgür'ü sonra Emre'yi çileden çıkarmıştı. Ama dediğim gibi bunlar çok sonraları oldu. O günler buluşma dendi mi en erken ben giderdim buluşmalara. Ayrancılar'dan çıkar salak gibi erken saatlerde Buca'da olur, bu adamların gelmesini beklerdim. Sevgilime bu inceliği göstermedim lan, sabah kahvaltı yapalım diyen kıza erken kalkmamak için bugün hastayım yalanı sıkıyorum ben.

O günler piramit de henüz icat edilmemişti dolayısıyla karı-kız muhabbetlerini takmayan bir ergen grubuyduk. Hayat sadece KOF-SF oynamaktan, bu iki oyundan hangisinin daha iyi olduğuna dair ağız dalaşı yapmaktan ibaretti.

.........

Kıymetli blog takipçileri, yukarıda okuduğunuz yazı Yiğit denyosunun bana ta 2012'de yollayıp "Tamamlayınca koyarız" dediği KoSF ANILAR isimli yazıdır. Bir de başlığa “Başlıktaki kelime oyununa takılmayın, Almancı değiliz” diye espri eklemiş ama koyma lüzumu hissetmedim. Konuşmanın ve yalanlarının detaylarını yandaki resimde görebilirsiniz. Gördüğünüz gibi yazı sik gibi yarıda kalıyor ve bu İpana'yla fırçalanmamış tarafına sıçtığım 3 yıldır güya bu yazıyı tamamlayacak. Lakin şerefsizin bu yazının varlığını bile unuttuğuna adım gibi eminim. Peki, neden mi bu yazıyı yayınladım? Çünkü bu hıyar gene 1 ay önce bana "Abi bana blog yazarlığı versene, 2 tane yazı koyacağım" demesine rağmen üyelik alıp gene sırra kadem bastı. Hatta bu sözünü unuttuğuna da kalıbımı basarım. Bu yalanlarının da resmini koyuyorum ibret-i âlem olsun diye. Hâlbuki yıllar önce gene benden yazarlık linki istemiş, yollamış, fakat gene bir bok yazmamış, hatta linki yolladığım maile bile bakmamıştı. Zaten o yüzden bir önceki yazarlık onayını iptal edip bir daha yolladım mailine. Hayır, adamın derdi nedir, neden böyle bir bok yiyor onu da anlamış değilim. Aynı şekilde adamın elinde yıllar önceki bir buluşmamıza ait epik bir ses kaydı var ve ona da altyazı yapıp yayınlayacağını iddia etmişti ama o da yalan oldu tabi. Yavşak Ali'nin sevgilisi müsaade etmiyor diye bize karı gibi kıvırdığı bir mesaj vardı, onu bile kaybetti. Paralel misin, King Yiğit misin, Kara Pirens misin, ne boksun, nedir arkadaşım senin amacın? Allah bilir daha nelerin sözünü verdi, neleri yarım bıraktı ve kaybetti götümün kralı, dua etsin etsin ki hafızam bu aralar bir balık seviyesinde olduğu için çoğunu da unuttum bile.
Uzun sözü kısası Kara Pirens'in söz verdiği fakat üzerinden 1 ay geçen yazılarını görmek nasip olacak mı hep beraber bekleyip göreceğiz. Umarım geç olsa da tamamlar da blog da biraz canlanır. Ne de olsa boştan yere şarkısını bile yapmamışlar Kara Pirens gecikir, belki hiç gelmez diye zaten…

24 Nisan 2015 Cuma

Baca Kıran Dosyası


Tarih: 2010 Yaz

Ekipçe çılgınlar gibi FRP oynadığımız bir dönemdi. Özellikle de Özgür’ün baskısıyla fırsat bulduğumuz her an ve her yerde Capcom-SNK evreninde geçen FRP’ler oynuyorduk ki itiraf etmeliyim, ultra komik ve eğlenceliydiler. Gene böyle bir yaz günü, akşamüstü saatleriydi ve Özgür’ün evinin çatısında takılıyorduk. Neden çatısı derseniz, Özgür’lerin evinde kullanmadığımız herhangi bir nokta kalmamıştı çünkü. Evlerinin salonlarında takılıyorduk, oturma odasında takılıyorduk, Özgür’ün odasında takılıyorduk, hatta üst katlarındaki inşaat halindeki yarım dairede bile yatıyorduk amele gibi. Ama bizi bu bile kesmediği için şimdide apartmanlarının terasında takılıyorduk. Salonlarının ortasına çömelip sıçmamıza bir adım kalmıştı yani.

Sebebini şimdi hatırlamasam da ya birini ya da erzakların gelmesini bekliyorduk galiba (Bu arada dip not olarak eskiden çılgın seviyede abur-cubur tüketirdik, eğer abur-cuburdan biz kanser olmadıysak başka hiç kimse de olamaz yani). Can’ın eller cepte, kargo pantolon ve sandaletiyle yavaşça bacaya yaklaştığını fark ettim. Boyu 1-1,5 metre civarı olan, direkt olarak Özgür’lerin evine bağlanan tuğla-çimento karışımı bir bacaydı. Sonra Can aniden bu bacanın önünde durdu ve okkalı bir karate tekmesi yapıştırdı. Yaptığı şey aptalca olsa da Can gerçek bir geri zekâlı olduğundan bizim için yeni bir şey değildi. Hele benim için hiç değildi, çünkü Can aynı tekmeyi bir gün durduk yere spor salonunda benim göğsüme de atmıştı. O yüzden önemsemedim ve olayın sonunu görmeden kafamı çevirdim.

Ben kafamı çevirdikten 1-2 saniye sonra Murat’ın sesi inletti ortalığı “ABİ GÖRDÜNÜZ MÜ CAN’IN NE YAPTIĞINI?” diye. Hemen ardından da çatlarcasına bir gülme krizine girdi. Adama “Ne oldu lan söylesene?” diye ısrar etsek gülmekten konuşamaz durumdaydı. Can ise küçük bir kız çocuğu gibi bacanın dibinde utangaç ve piç gülümsemesiyle ayakta dikiliyordu. Murat’ı sarstık ve konuşması için ısrar ettik. Gözlerinden yaşlar akarken “Abi Can tekme atınca baca yavaşça devrilmeye başladı. Can da size çaktırmadan bacaya sarılıp yerine oturttu, sonra da ellerini cebine sokup çaktırmadan kaçmaya çalıştı” dedi.

Zavallı bacaya baktık. Gerçekten de kökünden kırıldığı üzerindeki çatlaklardan belli oluyordu. Tamam, Can gerçek bir geri zekâlı olabilirdi, ama her seferinde bizi şaşırtmayı nasıl başarıyordu, işte bunu gerçekten çok merak ediyorduk. Her seferinde kendini geliştirmeyi, üstüne biraz daha koymayı bir şekilde başarıyordu. Kendisine bunu neden yaptığını sordum, gene o şirin küçük kız gülümsemesiyle karşılık verdi. Bir diğer zavallı olan ev sahibimiz Özgür ise çaresizlik içinde kökünden kırılmış olan bacayı zemine yatırdı ve Can’ın zekâsı, karakteri, kişiliği hakkında oldukça yaratıcı küfürler saydırmaya başladı. Sonra da kalktı ve annesine haber vermeye gitti.

Özgür merdivenlerde kaybolurken hep beraberce “Şimdi y*rrağı yedin Can!” dedik.

Beklenen oldu ve 5dk sonra Özgür annesiyle beraber geri döndü. Can hariç hepimiz heyecan içindeydik. Kendisi leblebi tozu koysak kusursuz şekilde “Yusuf Yusuf” diyebilecek kadar gergin şekilde bekliyordu. Terasa varır varmaz yerde baygın yatan bacayı gören zavallı kadın “AAAAA!” diye haykırdı ve hemen yanına koştu. Yuvası resmen başına yıkılmıştı. Tabi ki de Özgür'e bunun nasıl olduğunu sordu. Asıl şov işte şimdi başlıyordu…

“Dün gelen Digitürk’çüler bacayı kırmışlar anne” dedi Özgür annesi bacayı incelerken. “Ve hiç haber de vermemiş pezevenkler”

Özgür’ün annesi tabi ki de bu yalana inandı ve oğluyla beraber olaydan haberi bile olmayan gariban Digitürk’çülerin sülalelerine saydırmaya başladılar. Özgür iyi bir aktördü, rolünü iyi oynuyordu ve ona inanan annesi de gayet doğal şekilde geçiriyordu. Uzaklarda bir yerlerde birilerinin çocuklarına, eşlerine, akrabalarına çok kötü şeyler yapılıyordu ve bu tecavüzlerin sorumlusu Can Bey kılını bile kıpırdatmıyordu.

Not: Bu olaya en detaylı ve yakın şekilde şahit olan kişi aslında Murat. Kendisinden milyonlarca kez bu olayı yazmasını istedim fakat abartmıyorum en azından 5 yıldır her sorduğumda mutlaka yazacağını söyledi, her hatta yazmak istediğimde de “BEN YAZICAM!”  diye de beni durdurdu. Bu  5 yıllık zaman diliminde de bir kez yazıp beğenmediği için sildiğini, bir kez yazıp beğendiği halde yazıyı kaybettiğini, yakın zamanda tekrar sorduğumda da bu aralar yazmak konusunda hevesli olmadığını fakat mutlaka yazacağı için benim yazmamamı söyledi. Ben de dayanamadım ve bu geçen zaman zarfında koskoca Game of Thrones serisi bile sonuna yaklaştığı için bu epik olay tarihe gömülmesin diye eksik de olsa yazmak istedim. Sevgiler, saygılar.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Uyuyan Güzel

Tarih: 2008 Yazı

Özgür haricinde kimsenin çalışmadığı harika bir dönemdi. Ekipçe bütün hayatımız Playstation oynayarak, boş muhabbet yaparak, içerek, anime izleyerek ve manga okuyarak geçiyordu. Kısacası kadın haricinde bir erkeğin hayatında isteyeceği her şeye fazlasıyla sahiptik. Belki de bunlar olduğu için hayatımızda da kadın olmuyordu, tam olarak bilemiyorum.

İşte bu harika yaz günlerinden birinde Buca ekibi olarak toplanmış (Emre-Murat-Özgür-Çağatay) ve saatler süren dövüş oyunu turnuvalarının yorgunluğunu Şirinyer’e inip bir şeyler yiyerek atmaya karar vermiştik. Ne de olsa şampiyonlar biraz olsun dinlenmeyi hak etmişti. Üstelik abartısız sabahın 11’inden beri süren boş muhabbet henüz bizi tam olarak kesmemişti. Yıllardır Buca’daki Kabe’miz haline gelen Spice Pizza’ya gittik ve dini gereklerimizi yerine getirdik. Özellikle Özgür oldukça dindar bir adamdı ve Spice Pizza’ya geldiği zaman kesinlikle ve kesinlikle kumpir yerdi. Kendisini tanıdığımdan beri başka herhangi bir şey söylediğini bir kez olsun görmedim. Sözün kısası karınlar doyuruldu, boş muhabbet sürdürüldü ve altımız kuru keyfimiz yerinde bir şekilde mekânı terk ettik.

Şirinyer Sevgi Yolu’nda boş muhabbet ederek yürümeye devam ettik. Ne de olsa bizimkisi bir bağımlılıktı ve asla tatmin olmuyorduk. Üstelik ultra güzel bir yaz akşamı olduğu için insanın eve giresi gelmiyordu. Murat kendine ayakkabı bakmak için bir dükkâna girdi ve biz de dışarıda onu beklemeye başladık. Nasıl oldu bilmiyorum, Murat’ı beklerken muhabbet ne hikmetse milletin dişçi maceralarına, kanal tedavilerine gelmişti salak salak. Bu konu benim de içimi ciddi biçimde gıcıklasa da gene de inatla devam ediyorduk. Lakin Çağatay pek iyi görünmüyordu. Beti benzi atmış biçimde “Abi kapatın şu konuyu kötü oluyorum ben” dedi. Biz de tabi hehe diyerek derhal taşak geçtik. Karı gibi hemen bayılmasına lüzum yoktu. Fakat Çağatay bir elini omzuma attı ve ağzı yarı felçli biçimde “Ağbi ben kötüğ….” gibisinden şeyler geveleyerek kendisini patates çuvalı misali yere bıraktı. Yarım saniye kadar numara yaptığını düşünsem de dizlerinin bağının çözüldüğünü fark edince düşmeden kendisini tutmayı başardım. Gerçekten de karı gibi bayılmıştı.

Bucalılar iyi bilirler, kendisini hemen yolun ortasında bulunan o merdivensi, genel de avcı grupların ve çirkin kaşarların mesken tuttuğu taş yükseltiye yatırdık. Özgür ufak ufak biçimde Çağatay’a vurarak uyandırmaya çalışıyordu ve fakat Çağatay bataryası bitmiş terminatör gibi öylece kaskatı biçimde yatıyordu. İşin ilginci yoldan geçen insanlar da yolun kenarında yatan baygın bir insanı pek s*klemiyordu. Derken Murat ayakkabıcıdan çıktı ve Çağatay’ın yerde yattığını görünce “NOLDU LAN? NEREYE GİTTİ O *MINA KODUKLARIM? BENİ NİYE ÇAĞIRMADIĞINIZ?” diye coştu. O salak da bizi birileriyle kavga ettik sanmıştı.

Murat’a durumun aslını kısaca özet geçtik ve sakinleşti. Çağatay baygın olmasa bu yaptığı salaklıkla ölümüne dalga geçebilirdik ama Çağatay karı gibi yatmaya devam ediyordu. Ekipçe pek alışık olduğumuz bir durum değildi bu. O yüzden ne yapacağımızı pek bilmiyor, çaresizce Çağatay’ın Uyuyan Güzel misali uyanmasını bekliyorduk. Gelin görün ki yüce rabbim yakarışlarımızı duydu ve derdi verdiği gibi devasını da yolladı. “Durun ben onu uyandırırım şimdi” diyen ve nereden çıktığını anlamadığımız bir şarapçı dayı bir anda Çağatay’ın yanına çömeldi.

Bunu kendim bizzat test ettim. Eğer yanınızda Özgür’le dışarı çıkarsanız size illa ki bir tinerci, şarapçı, deli, serseri, psikopat, vs musallat olur. Zira Özgür’ün Ankara’da olduğu yıllarda bir kez bile denk gelmezken tatil için 1-2 günlüğüne geldiğinde bile eliyle koymuş gibi buluyorlardı Özgür’ü. Özgür de bu sınıfı çeken çok özel bir aura olmalıydı, bunun başka açıklaması olamazdı. O yüzden yanımızda Özgür olduğu sürece şarapçı dayıdan kaçış yoktu ve bu durumu kabullenmek, Çağatay’ı kendisinin şifalı ellerine bırakmak zorundaydık.

Şarapçı dayı ellerini Çağatay’ın alnına koydu. Ve başparmaklarının arka tarafıyla Çağatay’ın alın derisini kafatasından sökmeye başladı. Uzaktan bakanlar için bu bir alın masajı olsa da işin aslı bir deri yüzme operasyondu. Lakin gelin görün ki Çağatay yattığı yerden “ıııh, ıııh” diye acı içinde inleyerek tedaviye cevap verdiğini belli ediyordu. Tedavisinin sonuç vermeye başladığını gören dayı bir sonraki adıma geçti. Çenesini Çağatay’ın alnına sıkıca dayadı ve balık gibi ağzını hızla açıp açıp kapatmaya başladı. Bu sayede geriye kalan son alın deri parçalarını da koparıyordu. Gördükleri karşısında aklını yitiren Özgür dayıya engel olmaya çalışsa da dayı Özgür’ü durdurdu ve “Birazdan uyanır” diyip karizmatik biçimde dönüp gitti.

Her şey inanılmaz biçimde hızlı gelişmişti. Dayı ne ara gelmiş, ne ara alternatif tıp uygulamış, ne ara gitmiş inanın anlayamamış, olanlara reaksiyon verememiştik. Sanki bir hayal yaşıyor gibiydik. Fakat dayı da, tedavisi de gerçekti. Zira birkaç dakika sonra Çağatay gerçekten de gözlerini açmıştı. Hemen nasıl olduğunu sorduk ve koluna girerek ayağa kaldırdık. Alnını ovalayan Çağatay’ın dudaklarından şu sözler döküldü:

“Dayı belamı sikti. Bildiğin acıdan uyandım aq”

Dayı nereden çıkmıştı, nereye kaybolmuştu, uyguladığı tedavinin sırrı neydi, bu soruların cevapları hala meçhul...

Not: Çağatay’ın neden bayıldığını sonra öğrendik. Meğer annesi çalıştığı için gündüz evde oynarken içer diye sık sık limonata yapıyormuş Çağatay’a. Kendisi de limonatayı sevdiği ve yazın kavurucu sıcağında habire içtiği için de tansiyonu oynamış salağın. Ayrıca baygın yatarken de konuştuklarımızı duyuyor ve fakat hareket edemiyormuş karı gibi.