“Güzel bir yaz akşamıydı” diyeceğim ama blogtaki yazıların
%90’ının bu cümleyle başladığını bildiğiniz için tekrar etme ihtiyacı
hissetmiyorum. Zira askerlik gibi ulvi bir görevi daha yeni geride bıraktığım
için özellikle benim adıma oldukça güzel bir akşamdı. Saolsun Çağatay da
“Beyler bizim evin terası düzenlendi, süper oldu. Tam içmelik, gelin beraber
içelim” diye beni, Can’ı, Özgür’ü ve kardeşi Berkay’ı da davet ederek hepimizin
hayatını güzelleştiriyordu. Öylesi güzel bir insandı Çağatay, fakat garibimin
kendi sonunu hızlandırdığından da haberi yoktu…
Her şey gerçekten de kusursuz ilerliyordu. Teras
düzenlenmiş, masalar ve koltuklar atılmış, çardak yapılmış ve hava tam
anlamıyla muazzamdı. Unutulmaz seviyede boş muhabbet dönüyor, kahkahalar havada
uçuşuyor, kimi zaman ciddi meselelere giriliyor ve en önemlisi de tekila
bildiğin su gibi akıyordu. Hani o sıralarda
Litvanya’da fink atmakta olan Yiğit’in bile imreneceği türden bir akşamdı
inanın. Üstelik ne hikmetse tüketilen onca tekilaya rağmen (tabi ki ben hariç
;) kimse de kafa olmamışa benziyordu. Ta ki dün gibi hatırladığım Çağatay’ın şu
sözlerine kadar:
“Abi bu ne kadar güzel bir içki ya, içiyorum içiyorum bir
şey olmuyor…”
Ne olduysa işte bu sözlerin hemen ardından oldu. En az 2
saattir son derece ayık şekilde takılan Çağatay, Özgür ve Can’ın eli, ayağı,
çenesi birden Medyum Memiş gibi çarpılmaya başladı (Unutmadan Berkay da
içiyordu fakat adabıyla yavaş yavaş içtiği için ona pek vurmamıştı). Suratlar
kızarmaya, konuşmalar bozulmaya, uzuvlara felç inmeye başladı ve ekip birden
bire yamuldu. Artık kaliteli mizah yerini anırmaya, anlamsız tepkilere ve vücut
hareketlerine, gereksiz çıkışmalara bırakmıştı. Yürürken 8 değil adeta 88 çizen
bu adamları yüksekliği diz hizasında olan teras kenarlarına gitmemek için
Berkay’la çılgın bir savaş veriyorduk. Fakat onlar ise aşağı uçup beyinleri
patlatmak konusunda ellerinden gelen her şeyi yapıyor ve engel olunca da
küfrediyorlardı.
Derken Özgür ve Can’ın arasında hangisinin daha sporcu
olduğu konusunda ciddi bir kavga çıktı ve ikili derhal olimpiyatlara başladılar
(Şaka yapmıyorum). 2013 Yaz Olimpiyatları Çağatay’ların terasında
düzenleniyordu ve açılış oyunlarında bu iki sarhoş adam çılgıncasına şınav çekmeye başladı. Tabi bu
esnada birbirlerine feci şekilde hakaret edip birbirlerinin karı kılıklı olduğu
iddia ediyorlardı. Sporun ve sportmenliğin ruhuna aykırı bir durum vardı
ortada. Bu esnada da Olimpiyatların resmi yayın kuruluşu olan Çağatay TV de cep
telefonu ile hem oyunları çekiyor, hem de dili döndüğünce anlatımı üstleniyordu.
Heyecan dolu oyunlar Can’ın şınav hızını arttırdı diye
Özgür’e kızıp kolunu çekmesiyle son buldu. 1-2 itirazın ardından gülmeye
başlayan ikili kendilerinden beklenmeyen şekilde sportmence yarışmadan
ayrıldılar (Daha doğrusu ikisi de vadettiği şınav sayısına ulaşamadı). Berkay
ise bizden aldığı puştluk eğitimine uygun şekilde için telefonu abisinin
elinden kaptı ve yerden kalkan Özgür abisinin yanına giderek sordu: “İmge
ablayı ne kadar seviyorsun Özgür abi?”
“ÇIK SİVİYORUM” dedi Özgür boynunu ve ellerini tatlı küçük
bir kız çocuğu yana bükerek. O an Özgür’ü görseydiniz yemin ederim aklınıza
gelen ilk soru “Kaça gidiyorsun yavrum sen?” diye sormak olurdu. Özgür şunu da bilmiyordu
ki bir ekip efsanesi haline gelen bu “ÇIK SİVİYORUM” muhabbeti kendisini artık mezara
kadar takip edecekti…
Çağatay bu sorunun arkasından efkârlandı ve insanlara
ilişkileri hakkında sorular yöneltmeye başladı. Telefonu da Berkay’ın elinden
kapıp bana teslim etti ve çekmemi emretti. Bir gözü “Kalk gidelim”, öteki gözü
ise “Otur, bok yeme” diyen bu adama itiraz etme şansım yoktu ve çekimleri ben
sürdürmeye başladım. İşin ilginç tarafı Çağatay insanlara sorular yöneltiyor
fakat hemen ardından “Bİ DAKKA BENİ ÇEK!” diye haykırarak cevaplamalarına
müsaade etmiyordu. Bu esnadaki müthiş açıklamalarına ise girmek bile
istemiyorum. Sürekli olarak “Bİ DAKKKAAAA, BENİ ÇEK!” diye anıran alkollü bir
Çağatay hayal edin. Bu çırpınış bir 10dk kadar sürdü ve Çağatay bütün soruları
bu şekilde durdurup gösterinin tek yıldızı olmayı başardı. Fakat gene de de
tatmin olmamıştı ve sinirli bir şekilde telefonu elimden kapıp kendini çekmeye
ve nedenini hala bilmediğimiz şekilde İngilizce olarak geri sayıma başladı.
Üstelik her saniyede her biri birbirinden özürlü ve farklı yüz ifadelerine
bürünüyordu (Yazının bu kısmını okurken fonda Europe’un Final Countdown
parçasını açmanızı tavsiye ederim):
“Ten”
“Nayn”
“Eyt”
“Siks”
“Sevın”
“Fayf”
“For”
“Tıri”
“Tuu”
“Bİ DAKKKAAAAAAA” (“Van” demek üzereyken telefonu elinden
düşürüp haykırdı).
Ben ve Berkay iç organlarımız ayrılırcasına gülerken Özgür
ve Can kalan beyin kırıntılarıyla gülmeye çalışıyordu. Çünkü Can da bitap
durumdaydı ve oturduğu yerden koltuğun yan tarafına daha önce hiçbir kadına
göstermediği bir şehvetle sarılıyordu. Ama en azından dürüsttü ve “Abi ben şu
an ölü durumdayım” diye kabul etti. Gerçekten de onu hayata bağlayan tek şey
koltuğun arkalığı olabilirdi.
Tam bu esnada evin önünden acı bir fren sesi duyuldu. Ufak
bir ticari araç (şirketin adı üzerinde yazılı olmasına rağmen hatırlamıyorum)
sertçe durdu ve içinde birbirine ana-avrat küfreden genç bir çift indi. Adam
saçından yakaladığı kadını bildiğin hayvan gibi dövüyor, debelenirken
terlikleri havada uçuşan kadın ise “ALLAH BELANI VERSİN *ROSPU ÇOCUĞU!” diye
bağırıyordu. İşin garip tarafı aynı araçtan inen 3-4 kadar kadın ve erkek de
olaya müdahale etmiyordu. Genç kadın 4-5 tokat daha yedikten sonra bir anda
adamın elinden kurtuldu ve bağıra bağıra sokaklarda kaçmaya başladı. Genç adam
ise peşinden koşmaya…
O an için durdum ve kendimi sorguladım. Nasıl bir sirke
gelmiştim böyle? Nasıl bir harikalar kumpanyasıydı bu? Çağatay niye “Bİ
DAKKAAAA, BENİ ÇEK!” tümcesine takmıştı? Bu adamlar neden bir anda zil-zurna
olmuşlardı? Bu çift neden kavga etmek için koskoca Buca’da Çağatay’ın evinin
önünü seçmişti? Üstelik kadına gösterilen bu şiddete inanılmaz sinirlenmeme
rağmen müdahale edemiyorum. Çünkü yanımda sürekli olarak “Bİ DAKKAAAA, BENİ
ÇEK” diye bağıran, çok tatlı şekilde “ÇIK SİVİYORUM” diyen, ya da karısına
sarılır gibi koltuğun kenarına sarılan adamlar varken böyle bir hamle duş alan
zencilerin arasına dalmaktan farksız olurdu.
İşte ben bu düşüncelere dalmışken 5dk sonra sokakta gene
bağrışmalar yükseldi ve genç kadını gene saçlarından yakalayan adam yerlerde
sürüye sürüye kadını getirdi. Zorla araca bindirdikten sonra da hep beraber
uzaklaştılar. Buca’nın tırt Batman’i olarak bir suçu daha durduramamıştım…
Çağatay’ın ani dirsek darbesiyle irkildim. “Tuvalete götür
beni” dedi sinirli şekilde. Çişi geldiği için gerçekten de çok sinirliydi ve 2
kat aşağıdaki evinin tuvaletine gitmek istiyordu. Merdivenlerin tepesindeyken
kendisini aşağıya ittirmek inanın bu haldeyken onu tek başına yollamaktan çok
daha tehlikesiz olurdu. O an son ihtiyacımız olan şey ise merdivenlerden
yuvarlanan adamlardı zaten. Omzuma yaslandı beraber yola koyulduk. Baktım, aynı
şekilde Can da Berkay’ın omzundaydı ve onlar da bizim gibi tuvalete göç kavmine
katılmıştı.
Uzun ve zorlu yol boyunca bir teşekkür, bir hakaret ederek
af edersiniz kafamı gözümü s*kti Çağatay. Önce benim alkol kullanmadığım için
geri zekâlı olduğum konusunda ısrar ediyor, sonra da “Abi kusura bakma ya çok
alkollüyüm” diyordu. Sonra da plağı gene başa sarıyordu. Orada derinlerde bir
yerde sarhoş olduğunu bilen ayık adam vardı fakat Kaptan Mağara Adamı dışarı
çıkmasına müsaade etmiyordu. Benzer diyalogları garibim Berkay da Can’la
yaşıyordu. Gene de bir şekilde tuvalete varmaya başardık ve “Bİ DAKKAAAAAAA
ÖNCE BEN GİRCEM S*KERİM!” diye haykıran Çağatay yalpalaya yalpalaya tuvalete
girdi.
Şükürler olsun ki Çağatay birkaç dakika sonra kazasız
belasız şekilde tuvaletten çıktı. “Abi gelmişken ben de gireyim bari, bir
dakika beklesene” dedim ve tuvalete girdim. İçtiğim Ice-tea ve kolalar kafa
yapmadan vücudumdan atmam gerekiyordu. Zira dışarıda getirdiğim gibi yukarı
taşınmayı bekleyen bir adam vardı. “Taşınmayı beklerken” derken yanılmamışım bu
arada. Çünkü kapıyı açtığımda Çağatay çarmıha gerilmiş gibi kollarını iki yana
açmış biçimde yerde yatıyordu ve bıraksam o şekilde uyuyacaktı.
Berkay ve Berkay’ın taşıdığı Can da tuvalete gelince
Çağatay’ı yerden kaldırdım (küfürler eşliğinde) ve terasa geldiğimiz gibi geri
dönmeye başladık. Zaten bu dakikadan sonra her şey Çağatay için baş aşağı
gitmeye başladı. O incecik zayıf adam öylesine yoğun şekilde kusmaya başladı ki
vücut kitle indeksinden çok daha fazlasını feci şekilde çıkartıyordu.
Abartmıyorum Migros poşetleri yetmiyordu adamın midesinden çıkanlara. Hatta
kendisinden geçmiş şekilde Özgür’ün kucağındaki poşete kustuğu resim elimde
mevcut ama bokunu çıkartmamak adına onu buraya koymuyorum.
Gecenin sonu da bu şekilde başladı tabi. Çağatay komadayken
Can ise Özgür’den daha ayık olduğu konusunda onunla kavga etmek meşguldü. Ama
ne yalan söyleyeyim, Özgür net bir şekilde daha iyi durumdaydı. Çünkü alkollü
Can’ı ayırt etmek kolaydır. Hep bağırır, yüzü –özellikle de yanakları-
kıpkırmızı olur ve gözlerinin feri gider. Zaten bu iki salağı yerine yatırıp
Özgür’le KoF oynamaya başladıktan 10dk sonra hakikaten tam anlamıyla ayıldı
adam.
Büyük ihtimalle blog tarihi boyunca yazdığım için ekibin en
sinirleneceği yazı bu olacak ama böylesi epik bir olayın tarihin tozlu
sayfalarında kaybolmasına içim elvermedi doğrusu. Özellikle yakın zamanda iyice
körelen hafızamı mazur görün, olayların sırası ya da ufak detaylarda hatalar
yapabilirim ama bahsedilen kısım hakkında ne kadar sinirli yorum varsa emin
olun o kadar da doğrudur. Hatta çok büyük ihtimalle de eksik bile anlattım
olanı biteni. Gerçi ekibi yakından tanıyan biriyseniz yaşananların doğruluk
payı hakkında net fikir sahibi olacağınıza da şüphem yok.
Gelgelelim bu müthiş akşamın en büyük geri zekâlılığı ne
Çağatay’ın küfelik olması, ne Can ve Özgür’ün olimpiyatları, ne de diğer
olaylar. Kabul etmek gerekirse bu gecenin en büyük geri zekâlıları ben ve
Özgür’üz. Neden mi? Çünkü bütün akşam olan biten her şeyin videosu vardı, sabah
Çağatay komada yatarken ve yataktan kalkacak hali yokken biz bu videoları
Özgür’le beraber izledik, fakat aklımızı ta g*tünden s*keyim ki ne yapıp edip o
videoların birer kopyasını almadık. Çağatay g*tü de o günün ardından yok
telefon değişti, yok attığım bilgisayarı formatladım bilmem ne diye sallayarak
belki de ekip tarihinin en önemli videolarını yok etti. Adam asla kimseye
kendisiyle ilgili koz vermez çünkü. Ama yemezler Çağatay, o videoların sende
olduğunu adımız gibi iyi biliyoruz!
Ayrıca bir detayı daha eklemek istiyorum unutmadan. Bu
adamları tuvalet için aşağıya indirdiğimizde Can evdeki bir şişe tekilayı daha
içmek konusunda ısrar etti ve fakat başarılı olamadı. Bir de o şişenin içildiğini
düşünsenize?
Dip Not: Yiğit ibnesinin de “Blog’a iki yazı ekleyeceğim
abi” diye atıp tutmasından bu yana 6 ay geçti. Kendisinden ya delikanlı gibi
sözünü tutmasını bekliyor ya da bu vaatleriyle AKP’den aday olmasını diliyoruz,
böyle bir yetenek boşa gitmemeli çünkü. (Yiğit’e
geçirmeden yazıyı bitirmek istemedim).