5 Kasım 2024 Salı

Javidan Ana

Yazan: Emre

Çağatay ve Özgür ile KoSF ekibi kurulmadan çok daha önce, Kaptan Tsubasa forumları sayesinde tanışmıştım. O zamanlar daha ÖSS’ye hazırlanan bir ergendim. 240p kalitede bile sayılamayacak iğrençlikteki İspanyolca altyazılı bölümleri izleyip, internetten bulduğumuz bölük pörçük bilgilerle Tsubasa kültürümüzü genişletmeye çalıştığımız, güzel bir dönemdi. Forum üzerindeki muhabbet zamanla ilerleyince de nihayetinde buluşmaya karar vermiştik ki kaderin cilvesine bakın, üçümüz de Buca’lıydık. 

2000’lerin başında internetin sosyal hayatımıza yeni yeni dokunmaya başladığı yılları tecrübe edenler bilirler, sürekli olarak “İnternette tanıştığı kişi tarafından öldürüldü”, “İnternet arkadaşlığının sonu tecavüzle bitti” gibisinden haberlerin pompalandığı bir dönemdi. O yüzden internetten tanıştığım yeni arkadaşlarımla buluşacağımı söylediğimde annem resmen çıldırmış, buluşmaya gitmemem için yalvarmış, beni vazgeçiremeyince de en azından evlerine gitmemem konusunda yeminler ettirmişti. Gelgelelim Show Haber’i doğrularcasına da buluştuktan sonra Özgür’ün ilk cümlesi “Hadi bize gidelim” olmuştu. Otobüsle evlerine giderken yaşadığım “S*kmeseler bari…” tadındaki korkuyu daha dün gibi hatırlarım.

Ben, Çağatay ve Özgür arasındaki bu ilk buluşma ekibin resmi olarak temellerini atsa da ekip kurulmadan çok önce birbirini tanıyan ikililer vardı aslında. Ben ve Murat çocukluğundan beri hiç kopmamış kuzenleriz mesela (hatta Murat’ı ekibe dahil etmek istediğimde Özgür’le birbirlerinden uzun süre nefret etmiş ve ikisi de birbirlerini gördükleri ilk yerde döveceklerini söylemişti). Çağatay ve Özgür de yanlış hatırlamıyorsam orta okul yıllarından beri çok sıkı dostlardı (Bu ikilinin tanışma öyküsü de blog’a yazılmaya değerdir bu arada). Can ve Yiğit’in de buluşup beraber içme rutinlerinin olduğu bir geçmişleri vardı aynı şekilde. Aralarındaki samimiyet için “Kara Pirens Gecikir (Belki Hiç Gelmez)” yazısındaki Meet Javidan kısmını okumanızı öneririm.

Nedendir bilinmez, Can ve Yiğit arasındaki bu yakınlık Can’ın Yiğit’e karşı anaç duygular beslemesine sebep olmuştu ilk tanıdığımız yıllarda. Sürekli kavga ediyor olmaları sizi aldatmasın (şimdi düşününce evli bir çiftten bahsediyormuş gibi hissettim), hastalık, kötü gün, vs gibi durumlarda Can’ın oldukça koruyucu ve kollayıcı bir tavrı vardı Yiğit’e karşı. Müsaadenizle bunu bir örnekle açıklamak isterim.

Alsancak’ta buluşma yaptığımız bir akşamdı, yılını hatırlamıyorum ama herhalde 2008-2010 arası falandır. Mekânda içildikten sonra (benim Şanzelize Cafe Clap müdavimi gibi sadece kola içtiğim dönem) artık kapanmış olan Ekmek İçi’nde bir şeyler yemek için oturmuştuk. Yanlış hatırlamıyorsam Yiğit de buluşmaya gelmesine rağmen acayip hasta durumdaydı ve masadan kafasını bile kaldıramıyordu.

Ben, Can ve Murat sandviçlerimizi yemiştik. Fakat Yiğit masaya yatmış, sandviçi öylece duruyordu ve Can annesi gibi üzgün üzgün ona bakıyordu. Evladının bu hasta hali yüreğini parçalıyordu. Lakin boşta duran sandviç ise o yıllarda dipsiz bir kuyu gibi insanlık dışı yemek yiyen Murat’ın dikkatini çekmişti. Zira Murat’ın aşırı yemekten ötürü Türkiye’deki çoğu kadından daha dolgun göğüslere sahip olduğu bir dönemden bahsediyorum. 

“Kimse yemiyorsa ben bunu yiyorum o zaman” diyen Murat, Yiğit’in önündeki sandviçi aldı, hiç zorlanmadan bunun gibi 5 tane daha sandviç yiyebilirdi. Yiğit’in karşı koyacak hali falan yoktu zaten. Ağzını açıp tam ısırmak üzereydi ki Alsancak sokaklarında “SEN ONU YİYEMEZSİN AMK!” diye bir ses yankılandı ve görünmez bir el Murat’ın elindeki sandviçi havada kaptı. Murat da tıpkı Tom & Jerry çizgi filmlerindeki gibi havayı ısırdı.

Her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki Can’ın elini seçemedik bile. Gördüğümüz tek şey Murat’ın havayı ısırışı ve bonus saçlarının sallanışı olmuştu o kadar. Fakat verdiği tepki ve sesten hızlı refleksleri hepimizi sindirmeye yetmişti. Yiğit ise olanlara tepki veremeyecek kadar hasta, patates gibi yatmaya devam ediyordu. Sonra “Hastasın, yemen lazım” diye annesinin zoruyla (Can) sandviçinden birkaç ısırık aldı aldı ama sandviçin kalanına ne oldu hatırlamıyorum. Fakat Murat’a yar olmadığı kesindi.

Bugünlerde baba olmayan hazırlanan Can’ın nasıl bir baba olacağını zaman gösterecek. Fakat paralel bir evrende anne olsaydı çok başarılı olacağı aşikar: Javidan Ana.

18 Ekim 2024 Cuma

Crank Özdere Olimpiyatları'nda

Yazan: Can

Saat: 19:07 Yer: Çağatay’ın Evi

Bir Ekim ayında tüm imkanları bir araya getirip, gereğinden fazla alkol ve nevale ile Çağatay’ın Özdere’deki evine tıkışmıştık. Özgür’ün zorla oynattığı ve Eichiro Oda’nın dava açsa donuna kadar alacağı bir senaryoda FRP ile başlayan gün, çok överek ölümüne sebep olduğumuz mantarcı dayıda mantar ve kaşar yiyerek başlamasa da aşırı hızlı alkol tüketimi ve FRP’den X-Men 2: Clone Wars’a geçerek vites arttırmıştı. Çağatay ve Özgür oyuna kilitlenmişti ve 3m² evin kalanında Murat, Can ve Yiğit ekibin kadim geleneği boş muhabbeti gerçekleştiriyordu.

İnanılmaz bir gece olacağı aşikardı ve Yiğit bir bardak daha hazırladı. 70’lik votkayı yarılamıştı.

Saat: 21:35 Yer: Özdere Beach

Aşırı hızlı alkol tüketiminin üzerine Özdere’nin bize sunabileceği en lüks gurme seçeneği olan Dominos’tan birer pizzayı gömdükten sonra Yiğit “Uyuyanı sikerim” demişti ve 45 dakika sonra artık sadece tıbbi olarak hayattaydı. Yavaşça vücut fonksiyonları azalan ekip, kurtulmayı sahilde yürüyüş yapmakta bulmuş, fakat yürürken aldıkları oksijen miktarının artmasıyla kibarca kendine gelmek yerine yöntem olarak eliyle balkonda çay içen insanları göstererek “Bu yazlıkları kim kiralıyor amk?” ve benzeri şekilde bağırarak yazlık sitedeki tüm huzuru kaçırmayı seçmişti. 

En sonunda sahile çıkıldı, kediler de dahil tek bir ruh yoktu. Ekim ayı olmasına rağmen yaprak bile kıpırdamıyordu. Aşırı alkollü medeniyetsizler olarak sahilde yürümeye başlayınca çok hızlı bir şekilde keşfettik ki herhangi bir hedef olmadan dümdüz yürümek son derece sıkıcıydı. Murat’ın öylesine sohbete sunduğu, her gün sahilde koşan sağlıklı insan hayalini Özgür elinden almış ve konuyu en iyi kendisinin koştuğuna getirmişti. Çünkü kendisinde Buca götü mevcuttu.

Çağatay buna imkân veremezdi. Koşma ve yüzmede asla.

“Koşalım o zaman” diye kabul etti Özgür. Yine manipülasyon ve diplomasi işe yaramamıştı, ama yapacak daha iyi bir şey yoktu. Ve koşu başladı.

Hava durumundan sadece takvime bakarak haberi olan Can geri zekâlısı botlarıyla en geride kalmış, Murat ise yenileceğini bildiği yarışı son şeref kırıntısını korumak adına boykot etmişti. Özgür ve Çağatay yardırıyor, Yiğit ise sadece engelli olimpiyatlarında koşma olarak kabul edilebilecek bir devinimle elinden gelenin en iyisini yapıyordu. 

Çağatay en öndeydi ve sırıtıyordu, Özgürün pili ise direkt bitmişti ama vazgeçmiyordu. Hayatında belki de ilk defa sabrı bir sonuç verdi ve Çağatay’ın kesinlikle koşmak için yapılmamış sandaletleri betona takıldı, vücudu havada süzüldü ve sümük gibi yere yapıştı. Yarım kalan olimpiyatlar ekibi üzmüştü, ancak Çağatay’da hiçbir hasar yoktu. Bu sefer biraz daha medeni bir şekilde eve dönmeye karar verdik. 

İnanılmaz bir gece oluyordu ancak Yiğit’e bu kadarı yetmişti. Tek istediği dönünce biraz daha laflayıp uyumaktı.

Saat: ??:?? Yer: UNKNOWN

Eve varan ekip içkilerini tazelerken, bir kişi hariç herkesin içi içini yiyordu. 36 yıllık bir konsolu tüketmiş, sporunu yapmış ve yaşlar ilerledikçe azalan sohbet konuları tükenmişti. 

Murat’ın “E bu yavşak uyuyor yine” demesi üzerine gözler üzerine dönen Yiğit yüzsüz bir şekilde sırıtarak “Yok be oğlum, ne uyuması?” diye yanıt verince sinirler daha çok gerilmişti. Tek gereken ilk taşın atılmasıydı.

“Ben bu yavşağı uyandırmasını bilirim” dedi Çağatay ve ceketiyle araba anahtarına yöneldi. Ekip bir anda toparlanmıştı, Yiğit’i zorla kaldırırken ilettiği dandik itirazlar göz ardı edildi. Yiğit gerçekten gitmeyi hiç istemiyordu ama pırasadan farksız hale gelmiş iradesi yardımcı olmuyordu. 

Arabaya Migros’a gider bir rahatlıkla binildi. Bu noktadan sonra kimse itiraz edemezdi, çünkü bir ihtimal hayatta kalınırsa ömrünün sonuna kadar itiraz eden korkak bir pembe göt olarak kalmak cezaların en büyüğüydü.

Çağatay marşa bastı. Alkolleri aldığımız ve artık kapanmış tekelin önünden dağa doğru yola çıktık. Gündüz gözüyle 40 ile indiğimiz, sıfır ışıklandırmalı dağda gecenin köründe 50 ile gidiyorduk. Özgür yandan sadece en ince ses telini kullanarak “Karşim biraz yavaşla istersen :)” diyor, Murat’la Can gergin bir şekilde ortalarındaki cesetle dalga geçiyordu. 

Yol kıvrıldı, aracın altındaki beton bitti. Çıt çıkmıyordu. Arabanın içinde değildik. Normandiya çıkarmasını yapan bottaydık ve kaderimizden neredeyse emindik. Mıcırlar dağıldı, arabanın farları yeri gösterirken bir anda boşluğu göstermeye başladı. Çağatay freni koydu, kaportadan sadece aşağıda oyuncak gibi ağaçları görür şekilde durduk. Ve dedi ki: “Geldik. Burası.”

Alınan aşırı adrenalin ve alkolün birleşimi ile herkes inanılmaz bir keyif hali yakalamıştı. Çağatay ellerini Titanik gibi yana açıyor, ekip ısrarla uçurumun 5mm kenarında selfie çekiliyor, Özgür ise işemek için tüm pantolonunu bileklerine kadar indiriyordu (şekilli götünü göstermeyi severdi). Murat yanda ne idiği belirsiz kırmızı ışıkları olan Şahin’i inceliyor, Can ise zorla Yiğit’i dışarı çıkarıyordu. 

Yiğit dışarıya iki adım attı, “Zorla getirdiniz” diye söylenerek bir dede gibi kaportanın önüne doğru ilerledi ve uçurumda olduğumuzu ancak o an fark etti. Kendisine itaat etmeyen ağzıyla da “Olm yüksekmiş lan” minvalinde bir şeyler mırıldandı ve zorla eğlenmeye başladı. Artık pes etmişti. Gecenin hakkı verilmeden asla uyuyamayacaktı. 

Saat: 03:30 Yer: Çağatay’ın Evi

Ekibin keyfi tıkırındaydı. Hakkı verilmiş bir gecenin ardından gelen o hak edilmiş huzur hissi hakimdi. Kenarda Özgür ve Çağatay hararetle Egg & Duck konuşuyor, Murat’la Can antrenman tipleri ve beslenme şekilleri tartışıyordu. Yiğit nihayetinde beyninin son üç nöronunu da kapatabilmiş, uzanmış bir şekilde sadece omurilikten cevap veriyordu. Bir boş muhabbet haccı daha tamamlanmıştı, üstelik sadece mantarcı dayı ölmüştü. Ekip yarın Özdere’nin en gurme kahvaltı seçeneği olan Zelişhan’da kazıklanacak ve dağdan 40 ile gene İzmir’e dönecekti. Yiğit ise yol boyunca tüm gece uyumasıyla ilgili sadece tek bir yanıt verecekti: 

“Abi yorgunmuşum”…

Editörün Notu: Değerli okurlar neredeyse 15 senelik olan bu blog’ta şimdiye kadar ekipten yazısı olmayan tek kişi Can’dı. Yiğit’in bile yarım yamalak bir yazısı var (bkz. Kara Pirens Gecikir (Belki Hiç Gelmez). Az önce okuduğunuz yazı da böylelikle Can’ın blog tarihindeki ilk yazısı oldu. O yüzden bu nadide esere gereken önemi gösterip tekrar tekrar okumanızı, adeta bir baş ucu kaynağı haline getirmenizi öneririm. Keza bir sonraki Can eseri için bir 15 sene daha beklemeniz gerekebilir. Sevgiler.

14 Ekim 2024 Pazartesi

Manipülasyon Sub

Yazan: Murat

Tarih: 2009 Aralık

Çok yorulmuş fakat sonunda bitirmeyi başarmıştım. Saatime baktım. Öğlen saat 2 civarıydı.  100 bölümlük efsane Mnaki güncellemesi için sabah 6’dan beri edit yapıyordum (Eskiden sevdiğimi manga’lara fansub yapıp, diğer gruplara sataştığımız Mnaki adında bir fansub sitemiz vardı). Evet doğru duydunuz, hayatı boyunca kendisi için bir kere bile 06:00’da kalkmamış olan ben kendimi Gelibolu'daki Anzak askeri gibi hissediyordum. Hiç tanımadığım Manga gruplarını yenebilmek, yapamazsınız diye sağda solda konuştukları için onları göt edebilmek adına bedavaya çılgınlar gibi edit yapmıştım. Peki kimdi beni böylesine hırsla yönlendirmeyi başarmış olan o kişi? 

Tabi ki de Özgür. O yıllarda Özgür manipülasyon konusunda altın yıllarını yaşıyordu. Eğer bir insanı sevdiyse kişinin vücudunda kanser hücresi gibi yayılıyor, önce onun iradesini ve isteklerini yok ediyor, sonra da kişiyi kendi istekleri doğrultusunda yönetiyordu. MSN’den gelen ileti sesiyle yorgun kafamı kaldırdım. Özgür “Bitti mi?” diye yazmıştı. Saatlerdir uğraştığım,20 bölümlük Shamo edit’imi attım. Tam üç dakika sonra cevap geldi: “Tamam bize gel şimdi “. Yorgun olduğumu, uyumak istediğimi söyledim. Cevap gelmeyince peşimi bıraktı diye düşünüp sevinmiştim ama yanılıyordum. Yine tam üç dakika sonra “Tamam sen gel, bizde yatarsın“ yazdı. Özgür ısrarını bilenler bilir, kırılması imkânsız bir ısrardı bu. O yüzden uzatmadan kaderime razı gelerek evden çıktım.

Kısa bir süre sonra evine varıp zile bastım. Açık bırakılmış kapıdan gelen “SELECT YOUR FIGHTING STYLE!!” sesiyle içeri girdim. Aradığım cevabı bulmuştum. Nizami aralıklarla bana kısa kısa cevap vermesinin sebebi tabi ki Street Fighter 4 oynuyor olmasıydı. Girer girmez odasındaki Bülent Korkmaz posterine bir selam çaktım, sonra da benden gasp edip anime izlerken kalorifer peteğine vura vura yamulttuğu katanamla göz göze gelerek oturdum. Özgür tamamen konsantre durumdaydı ve gergin bir yüz ifadesiyle SF4 oynuyordu. Sagat ile online maçların tozunu attırıyor, dünyanın en iyi kumandası olan Snoopy’den alabileceği maksimum verimi alarak sınırlarına kadar zorluyordu.

Kısa süre sonra ALT+TAB komutunu kullanarak MSN’e geçti. MSN penceresinde Can ile konuşma ekranı açıktı ve son 15-20 ileti sadece Özgür tarafından atılmış fakat hiçbirine cevap gelmemişti. Ayrıca bu iletiler sadece bugüne ait değildi. Yaklaşık bir haftadır Can’dan en ufak bir cevap yoktu ve çevrimdışı görünüyordu. En son iki saat önce gönderdiği titreşime de cevap gelmediğini görünce “S*kicem senin artık belanı ha” diyerek hızla telefonuna sarıldı ve Can’ı aramaya başladı. Arka arkaya dört kez sonuna kadar çaldırsa da hiç cevap yoktu. 

O zamanlar Can’ın böylesine pervasızca ortadan kaybolma huyu hakkında hiçbir bilgim olmadığı için Özgür’e “Birader adam açmıyor işte, niye zorluyorsun ki?“ diye sordum. Zira ekipte ortadan kaybolan genelde Yiğit olurdu. Özgür de “Ya birader *mına koyduğum i*nesinden bir haftadır çeviriyi atmasını bekliyorum. En son geçen cumartesi akşamı bana iki saat içinde çeviriyi bitirip göndereceğine söz verdi. Altı üstü bir bölüm çevirecek yavşak ama yapmıyor” dedi. “Birader belki evde değildir adam, yazlıkta falan olabil-” cümlemi bitirmeye kalmadan Özgür sözümü sinirle böldü ve “Evde pezevenk biliyorum” dedi”. Nasıl bu kadar emin olduğunu sordum. “Çevrimdışı olup Yiğit’le konuşuyor. Ben de ilk zamanlar senin gibi saf saf düşünüyordum ama öyle değilmiş” dedi ve Yiğit’le olan konuşmasını açtı. 

Gerçekten de bu yavşak Özgür’ü fanboy gibi götünde gezdirip yokmuş gibi davranırken Yiğit’le şakır şakır sohbet etmişti. Gittikçe öfkelenen Özgür tekrardan aramaya başladı. Tam olarak hatırlamıyorum ama 10 ya da 11. aramadan sonra nihayet telefon açıldı ve Can şimdiye kadar kendisinden duyduğum en kibar sesi çıkartarak “Efendim abi?” dedi hiçbir şey yokmuş gibi. Özgür ise oldukça sinirli bir sesle lafı hiç uzatmadan “Lan .mına koyduğum, hani geçen hafta çeviriyi atacaktın?” diye sordu. Ölüm gibi geçen 5 saniyelik müthiş bir sessizlikten sonra salağa yatan Can “A-abi onu attım ya” dedi. 

Özgür çeviri atmadığı konusunda ısrar edince aynı şekilde salağa yatmakta da ısrar eden Can gene müthiş kibar bir ses tonuyla “AAB gerçekten atmamışım ya pardon” dedi. Zaten konu ne olursa olsun eğer gereğinden fazla kibarlaşıyorsa Can’ın yalan söylediğine emin olabilirsiniz. Ben de o esnada ortamı yumuşatmak adına arkadan bağırarak “Porno mu izliyorsun lan?” diye sordum. Sesimi duyan Can ise gene naif ama çok daha hızlı bir sesle “AAB peki bir şey diyeceğim, benim çeviri yapmamı istiyorsun ama Murat niye orda oturuyor!!?” dedi. Özgür de benim gece boyunca 20 bölüm Shamo edit’i yaptığımı söyleyince telefonda tekrardan derin bir 5 saniyelik sessizlik oldu. Can bırakın kaçmayı, adeta Samanyolu Galaksisini terk etmişti.

Telefon konuşmasının her milisaniyesi boyunca beyninin bütün dehlizlerinde bir yalan ya da bahane arayan Can’ın bütün kaçış yolları tükenmişti. Ensesinden tutulmuş bir enik gibi çaresizdi artık. Üstelik karşısında da Özgür’ün yenilmez ısrarı vardı. “AAB birazdan çeviriyi atarım” diyerek telefonu kapattı ve gerçekten de yaklaşık bir saat kadar sonra bir bölüm yerine tam üç bölüm Berserk çevirisi gönderdi. Özgür hemen çevirilere şöyle bir üstün körü baktı ve “*mına koyduğum seni, nasıl da üç bölüm çeviri aldım senden ama yavşak. Adama böyle s*ke s*ke çeviri yaptırırım işte!” diye monitöre doğru küfürler yağdırarak zaferini ilan etti. Rahatlamıştı. Ardından da bana dönüp “Böyle yapmazsan çalışmıyor işte birader” deyip keyifle SF4 maçına geri döndü.

Yine de kafamda bir şeyler ters gibi hissettiriyordu. Neticede 100 bölümlük güncellememize daha 10 gün vardı. Bütün ekibin harıl harıl çalıştığı bu dönemde Can çeviri işinden zaten kaçamazdı. Çünkü 100 bölümlük güncel eksik kalırsa ekip Can’ı Mnaki orgy’sine alırdı ve kendisi de bunu pek ala biliyordu. O zaman bu acelenin sebebi neydi ki? Cevabımı almak adına bu kafamı kemiren bu soruları Özgür’e yönlendirdim. Sigarasından bir nefes aldı, ağzına kadar buzlu bardaktaki Ice Tea’sinden bir yudum aldı ve şöyle dedi:

 "E oğlum ben Berserk’i okuyorum”. 

O an Özgür’ün tek kelime bile İngilizce bilmediğini tekrar hatırladım (bkz. Bilinmeyen (Mini Öykü). Tıpkı Berserk gibi Shamo okumayı çok sevdiğini de. Hani benim daha 10 gün varken gecenin köründen beri uğraştığım seriyi.

O sırada MSN’den Yiğit yazdı ve Can’ın cevap verip vermediğini sordu. Özgür de hallettiğini söyleyince konuşmayı bitiren son cümle Yiğit’ten geldi: “Amk malı…”



9 Ekim 2024 Çarşamba

Nasıl Kandırdım Ama Sizi? (Prestij)

Yazan: Murat

Her sihirbazlık numarası üç bölümden oluşur: Birincisi vaat bölümüdür. Sihirbaz size sıradan bir olay anlatır; Lazer balta , duvar yıkan at veya elinde bıçak olan adama ceket fırlatıp attığınız okkalı bir kafa. Bu olayın inanması hayli güç olsa da son derece gerçek, normal bir şey olduğunu anlamanız için ağzına kadar dolu buzlu bardağını ve anlatımını takip etmenizi ister. İkinci perdeye ise dönüştürme denir. Sihirbaz olağan bir olayı alır ve onu olağan dışı bir olaya dönüştürür. Hilenin sırrını ararsınız fakat bulamazsınız. İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur. Yalnızca sallamanız yetmez salladığınız şeyi savunmanız da gerekir. Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz, siz sırrı bilmek değil kandırılmak istiyorsunuz.

Tarih: 2020 Yazı
Mekan: Kaos Bar
Saat: 18:00 civarı

-VAAT-

Özgür’den gelen telefonu kapattım. Çağatay bana “Neredeymiş?” diye sordu. “Aracı biraz uzağa park etmiş,15 dakika sonra geliyormuş abi” dedim. Yiğit’in kendi aile büyüklerinin hepsinin defalarca respawn olup, tekrar tekrar ölmüş olmasına istinaden bu sefer askeri liseden bir arkadaşının babaannesinin vefatı üzerine akşam bize katılamıyor olmasına bir üzüntü emojisi bıraktıktan sonra Can’ın “AAB bu akşam ne konuşacağız? Var mı bir konu?” sorusuyla masaya geri döndüm. Bir konu bulamazsak gene zombi istilasında en çok hangi silah işe yarar, aileni öldürmemeleri için zencilere ardını dövdürür müsün gibi çok önemli sorulara cevap arayacağımız kesindi gece boyunca.

Çağatay “Bugün pek kimse gelecek gibi görünmüyor abi, bakalım akışına göre” dedi. Bu cümleden sonra Çağatay’a dönüp “Abi ben bir şey söyleyeceğim ya. Bu Özgür’ün sıkış işini konuşalım. Biz bunu Can’la daha önce konuşmuştuk ama sana da bir soralım dedik. Ne diyorsun artık söyleyelim mi?” diyerek akşamın akışını belirleyecek olan soruyu sordum. Bombanın pimi çekilmişti artık, bu saatten sonra geri dönüşü yoktu. Çağatay da aynı konudan mustarip olacak ki  “Siz bir şey söylemeyin. Siz söylerseniz karşı çıkar, bastırmaya çalışır ama ben söylersem bir şey diyemez. O yüzden bana bırakın” dedi. Haklıydı. Ekibi yakından tanıyan herkes çok iyi bilirdi ki Özgür’ün dünyada gerçekten çekindiği tek adam Çağatay’dı.

-DÖNÜŞTÜRME-

Ben, Can ve Çağatay’ın ortasına garson çerez tabağını koydu ve “Ne içersiniz?” diye sordu. Can ve ben klasik Tuborg fıçı siparişi verirken, iki boyutlu cins adminin Vedat Milor’luğu tuttu ve Ale istedi. Siparişleri verdikten kısa bir süre sonra da Özgür hızla mekana girdi. Bir hışımla masaya telefon, çakmak ve arabanın anahtarını Hollywood filmlerinden çıkmış bir edayla fırlattı ve “Eee ne yaptınız ?” dedi. Her zaman olduğu gibi anime, manga ve oyun dünyası üzerine kısa bir sohbet edip, birbirimize geçirerek Empty Talk kurallarını yerine getirdikten hemen sonra biralarımız geldi. Özgür o anda garsona doğru elini kaldırıp yüzünü hafifçe ekşiterek “Kardeşim! Benim birayı ağzına kadar buzlu bardağa koydun dimi?” diye sordu. Bardağın içinde sıvıların giremeyeceği kadar buz olmadığı sürece Özgür sinirleniyordu. “Evet abi” cevabıyla birlikte biralarımızı yudumladık. 

Araya birkaç mini sıkış serpiştirdikten sonra hafta boyunca bakkallarla yaşadığı absürt komedi tadındaki konuşmaları anlattı. Özgür’ün başından geçenleri dinlerken Call of Duty Modern Warfare 2’yi kafamda bir tur bitirdim ve bir süre sessizlik oldu. Çaktırmadan yanımdaki Çağatay’a döndüm ve onun da sohbete girmek için doğru anı beklediğini fark ettim. Hemen akabinde Özgür’e bakarak şöyle dedi:

“Abi sen neden durmadan bize yalan söylüyorsun?”

Gene ekibi yakından tanıyanların bildiği ve hak vereceği üzere aslında 15 sene önce sorulmuş olması gereken bir soruydu bu. Fakat bir türlü soramamıştık işte. Özgür ansızın gelen bu soru karşısında afallayarak “Ne yalanı lan?” diyebildi sadece. Çağatay vitesi daha da yükseltti ve “Abi hani sen 20 senedir bize sürekli böyle hikayeler anlatıyorsun ya, yok işte PKK’lı adamı altıma altım, üstüne binip kaydım falan. Biz onları yemiyoruz biliyorsun değil mi? Biz sana ayıp olmasın diye bunca zaman yüzüne vurmadık” dedi. 

Özgür soru işareti ile biten ama aslında soru olmayan bir cümle kurarak “Oğlum onların hepsi gerçek!?” dedi. Çağatay ise “Abi nasıl gerçek, yapma ya. Herkese hikâyeler anlatıyorsun yok şunu s*ktim, yok komşum atıyla duvarı yıktı (bkz. Bir Tanıdık) falan. Bir de herkese sonlarını farklı anlatmışsın” diye fütursuzca yüklenmeye devam ediyordu. Yavru ceylan gibi köşeye sıkıştığını hissetmeye başlayan Özgür kendini kurtarması için medet umarcasına Can’a dönüp “Oğlum ben böyle bir şey mi yapıyorum?” diye sordu. 

Özgür adına utanan Can’ın suratında ise yaprak bile kımıldamıyordu. İfadesiz bir tonla “EVET AAB!” dedi. Şunu da hatırlatmak isterim, Can gündelik hayatın olağan akışının dışında aniden gelişen bir soru veya eylem karşısında iki şekilde görülür: 1) Eğer Can bu X duruma kısa cevap verecekse suratındaki hiçbir kas oynamaz ve 3 Sprite / Saniye bir hızla sadece dudağı oynayarak “EVET AAB” veya “HAYIR AAB” der. 2) Eğer Can bu X duruma karşı uzun bir cümle ile savunma yapmak isterse alnı kayak pistine döner ve bu sefer sadece burnunun altındaki kasları çalıştırır.

Masada yalnız kaldığını fark eden Özgür, evrimi yarıda kalmış Pokemon gibi şok bir yüz ifadesiyle “Lan ne yavşak adamlarmışsınız!” diye çıkıştı ve bu sefer de bana dönüp “Ne yalanımı gördünüz lan? Bana yalan söylediğim bir tane hikaye anlat” dedi. Sağ olsun bu konuda kaynaklarımız okyanustaki kum tanelerinin sayısı kadardı ve 20 senedir bunları içinde tutan ekip için artık patlama zamanı gelmişti. Ortalık bir anda karıştı ve herkes sırayla Özgür’ün kendisine sıktığı olayları anlatmaya başladı. Polisle uyuşturucu satıcıları arasındaki çatışmalar, Ankara’nın Göztepeliler tarafından işgali, kafası baltayla ikiye bölünen adam, çalıştığı otelin sahibinin İtalyan karısıyla yatınca silahlı adamların bunun peşinde düşmesi falan, neler neler. Clint Eastwood tadındaki keskin ve net cevaplarıyla Çağatay geceye damgasını vuruyor bütün ekip tarihinin en manipülatif insanı olan ve bununla büyük gurur duyan Özgür’ü karşısında adeta mikrofonsuz bir Jigglypuff’a, kaşıkları bükülmüş bir Alakazam’a çeviriyordu.

-PRESTİJ-

Özgür adeta buz kesmişti. T*şaklarından biri alınmış T-Rex gibi bir eli havada, gözleri tamamen açık halde ekibe bakıyordu. Hayatımda ilk defa Özgür’ün bir tartışma karşısında açıkça mağlubiyetini dile getirmeden kabul etmek üzere olduğunu görüyordum. Daha doğrusu öyle sanıyordum. Zira herkese şöyle bir kere baktı, ağzına kadar buzlu bira bardağından da bir yudum aldıktan sonra dönüp dedi ki:

“Nasıl kandırdım ama sizi?”

Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz, siz sırrı bilmek değil kandırılmak istiyorsunuz…