Yazan: Can
Saat: 19:07 Yer: Çağatay’ın Evi
Bir Ekim ayında tüm imkanları bir araya getirip, gereğinden fazla alkol ve nevale ile Çağatay’ın Özdere’deki evine tıkışmıştık. Özgür’ün zorla oynattığı ve Eichiro Oda’nın dava açsa donuna kadar alacağı bir senaryoda FRP ile başlayan gün, çok överek ölümüne sebep olduğumuz mantarcı dayıda mantar ve kaşar yiyerek başlamasa da aşırı hızlı alkol tüketimi ve FRP’den X-Men 2: Clone Wars’a geçerek vites arttırmıştı. Çağatay ve Özgür oyuna kilitlenmişti ve 3m² evin kalanında Murat, Can ve Yiğit ekibin kadim geleneği boş muhabbeti gerçekleştiriyordu.
İnanılmaz bir gece olacağı aşikardı ve Yiğit bir bardak daha hazırladı. 70’lik votkayı yarılamıştı.
Saat: 21:35 Yer: Özdere Beach
Aşırı hızlı alkol tüketiminin üzerine Özdere’nin bize sunabileceği en lüks gurme seçeneği olan Dominos’tan birer pizzayı gömdükten sonra Yiğit “Uyuyanı sikerim” demişti ve 45 dakika sonra artık sadece tıbbi olarak hayattaydı. Yavaşça vücut fonksiyonları azalan ekip, kurtulmayı sahilde yürüyüş yapmakta bulmuş, fakat yürürken aldıkları oksijen miktarının artmasıyla kibarca kendine gelmek yerine yöntem olarak eliyle balkonda çay içen insanları göstererek “Bu yazlıkları kim kiralıyor amk?” ve benzeri şekilde bağırarak yazlık sitedeki tüm huzuru kaçırmayı seçmişti.
En sonunda sahile çıkıldı, kediler de dahil tek bir ruh yoktu. Ekim ayı olmasına rağmen yaprak bile kıpırdamıyordu. Aşırı alkollü medeniyetsizler olarak sahilde yürümeye başlayınca çok hızlı bir şekilde keşfettik ki herhangi bir hedef olmadan dümdüz yürümek son derece sıkıcıydı. Murat’ın öylesine sohbete sunduğu, her gün sahilde koşan sağlıklı insan hayalini Özgür elinden almış ve konuyu en iyi kendisinin koştuğuna getirmişti. Çünkü kendisinde Buca götü mevcuttu.
Çağatay buna imkân veremezdi. Koşma ve yüzmede asla.
“Koşalım o zaman” diye kabul etti Özgür. Yine manipülasyon ve diplomasi işe yaramamıştı, ama yapacak daha iyi bir şey yoktu. Ve koşu başladı.Hava durumundan sadece takvime bakarak haberi olan Can geri zekâlısı botlarıyla en geride kalmış, Murat ise yenileceğini bildiği yarışı son şeref kırıntısını korumak adına boykot etmişti. Özgür ve Çağatay yardırıyor, Yiğit ise sadece engelli olimpiyatlarında koşma olarak kabul edilebilecek bir devinimle elinden gelenin en iyisini yapıyordu.
Çağatay en öndeydi ve sırıtıyordu, Özgürün pili ise direkt bitmişti ama vazgeçmiyordu. Hayatında belki de ilk defa sabrı bir sonuç verdi ve Çağatay’ın kesinlikle koşmak için yapılmamış sandaletleri betona takıldı, vücudu havada süzüldü ve sümük gibi yere yapıştı. Yarım kalan olimpiyatlar ekibi üzmüştü, ancak Çağatay’da hiçbir hasar yoktu. Bu sefer biraz daha medeni bir şekilde eve dönmeye karar verdik.
İnanılmaz bir gece oluyordu ancak Yiğit’e bu kadarı yetmişti. Tek istediği dönünce biraz daha laflayıp uyumaktı.
Saat: ??:?? Yer: UNKNOWN
Eve varan ekip içkilerini tazelerken, bir kişi hariç herkesin içi içini yiyordu. 36 yıllık bir konsolu tüketmiş, sporunu yapmış ve yaşlar ilerledikçe azalan sohbet konuları tükenmişti.
Murat’ın “E bu yavşak uyuyor yine” demesi üzerine gözler üzerine dönen Yiğit yüzsüz bir şekilde sırıtarak “Yok be oğlum, ne uyuması?” diye yanıt verince sinirler daha çok gerilmişti. Tek gereken ilk taşın atılmasıydı.
“Ben bu yavşağı uyandırmasını bilirim” dedi Çağatay ve ceketiyle araba anahtarına yöneldi. Ekip bir anda toparlanmıştı, Yiğit’i zorla kaldırırken ilettiği dandik itirazlar göz ardı edildi. Yiğit gerçekten gitmeyi hiç istemiyordu ama pırasadan farksız hale gelmiş iradesi yardımcı olmuyordu.
Arabaya Migros’a gider bir rahatlıkla binildi. Bu noktadan sonra kimse itiraz edemezdi, çünkü bir ihtimal hayatta kalınırsa ömrünün sonuna kadar itiraz eden korkak bir pembe göt olarak kalmak cezaların en büyüğüydü.
Çağatay marşa bastı. Alkolleri aldığımız ve artık kapanmış tekelin önünden dağa doğru yola çıktık. Gündüz gözüyle 40 ile indiğimiz, sıfır ışıklandırmalı dağda gecenin köründe 50 ile gidiyorduk. Özgür yandan sadece en ince ses telini kullanarak “Karşim biraz yavaşla istersen :)” diyor, Murat’la Can gergin bir şekilde ortalarındaki cesetle dalga geçiyordu.
Yol kıvrıldı, aracın altındaki beton bitti. Çıt çıkmıyordu. Arabanın içinde değildik. Normandiya çıkarmasını yapan bottaydık ve kaderimizden neredeyse emindik. Mıcırlar dağıldı, arabanın farları yeri gösterirken bir anda boşluğu göstermeye başladı. Çağatay freni koydu, kaportadan sadece aşağıda oyuncak gibi ağaçları görür şekilde durduk. Ve dedi ki: “Geldik. Burası.”
Alınan aşırı adrenalin ve alkolün birleşimi ile herkes inanılmaz bir keyif hali yakalamıştı. Çağatay ellerini Titanik gibi yana açıyor, ekip ısrarla uçurumun 5mm kenarında selfie çekiliyor, Özgür ise işemek için tüm pantolonunu bileklerine kadar indiriyordu (şekilli götünü göstermeyi severdi). Murat yanda ne idiği belirsiz kırmızı ışıkları olan Şahin’i inceliyor, Can ise zorla Yiğit’i dışarı çıkarıyordu.
Yiğit dışarıya iki adım attı, “Zorla getirdiniz” diye söylenerek bir dede gibi kaportanın önüne doğru ilerledi ve uçurumda olduğumuzu ancak o an fark etti. Kendisine itaat etmeyen ağzıyla da “Olm yüksekmiş lan” minvalinde bir şeyler mırıldandı ve zorla eğlenmeye başladı. Artık pes etmişti. Gecenin hakkı verilmeden asla uyuyamayacaktı.Saat: 03:30 Yer: Çağatay’ın Evi
Ekibin keyfi tıkırındaydı. Hakkı verilmiş bir gecenin ardından gelen o hak edilmiş huzur hissi hakimdi. Kenarda Özgür ve Çağatay hararetle Egg & Duck konuşuyor, Murat’la Can antrenman tipleri ve beslenme şekilleri tartışıyordu. Yiğit nihayetinde beyninin son üç nöronunu da kapatabilmiş, uzanmış bir şekilde sadece omurilikten cevap veriyordu. Bir boş muhabbet haccı daha tamamlanmıştı, üstelik sadece mantarcı dayı ölmüştü. Ekip yarın Özdere’nin en gurme kahvaltı seçeneği olan Zelişhan’da kazıklanacak ve dağdan 40 ile gene İzmir’e dönecekti. Yiğit ise yol boyunca tüm gece uyumasıyla ilgili sadece tek bir yanıt verecekti:
“Abi yorgunmuşum”…
Editörün Notu: Değerli okurlar neredeyse 15 senelik olan bu blog’ta şimdiye kadar ekipten yazısı olmayan tek kişi Can’dı. Yiğit’in bile yarım yamalak bir yazısı var (bkz. Kara Pirens Gecikir (Belki Hiç Gelmez). Az önce okuduğunuz yazı da böylelikle Can’ın blog tarihindeki ilk yazısı oldu. O yüzden bu nadide esere gereken önemi gösterip tekrar tekrar okumanızı, adeta bir baş ucu kaynağı haline getirmenizi öneririm. Keza bir sonraki Can eseri için bir 15 sene daha beklemeniz gerekebilir. Sevgiler.