30 Mayıs 2011 Pazartesi

Tatil Günlükleri#2: Bir Yol Hikayesi

Tarih: 16 Ağustos 2010

Annem balkonda yataklarımızı hazırlamıştı. Müthiş bir keyiftir yaz akşamları İzmir’de balkonlarda uyumak. Hava inceden eser böyle, bir pike çekersin üstüne, mis gibi uyursun sinek falan hiç olmaz. Ama yaşadığımız hamam sefasından dolayı her şeyin bizi kirleteceğini düşünüyorduk. Can on dakika da bir bu hamam olayını sürekli tekrarlamamız gerektiğini ısrarla anlatıyordu. Yiğit arada “Abi çok zahmetli git ge…” gibi bir cümle kurmaya kalktı. İster inanın ister inanmayın orda Yiğit ölmediyse bunun tek sebebi tanrının onunla işinin bitmemiş olmasıdır. Ki bunun örneklerini de defalarca yaşadık. Evet, Yiğit cümlesini bitirmeden tüm evrende, galakside, uzayda, her ne zıkkım varsa orda zaman durdu. Zamanı o kadar hızlı biçimde sadece tanrı durdurabilirdi. Lakin bu eylemi gerçekleştirmeseydi Can Yiğit’in gırtlak borusunu eline alıp, boynu parçalanmış Yiğit’e RÖR atabilirdi. Yaklaşık 2-3 saatlik sataşma, birbirine laf sokma, çoğunluk olup tek kişiyi s*kme, Yiğit’in kendisini s*keceklerini bile bile Can ve Murat’ı yanına alıp bana saldırma faslını tamamlayarak uyuduk.

Sabah olmuştu. Çağatay geç uyandığı için ekipçe onun evine gitmiştik. Arabaya yerleşip yola çıktık. Ve ben klasik hareketimi yapıp İzmir radyolarının efsane radyo kanalı olan İmbat (tam damar) FM’i açtım. Arkada oturan Murat’tan gelen “Hah y*rrağı yedik birader” tepkisi direkt Çağatay’ın kahkaha atmasına sebep oldu. Ekipte benim haricimde tek bir insan evladı bile arabesk müzik dinlemezdi. Ama sabahın köründe ben bile dinleyemedim doğrusu ve hemen tatil yöresine gitmenin verdiği heyecan ile Serdar Ortaç parçası aramaya başladık ve 1 mili saniyede bulduk. Serdar Ortaç’ın hiçbir kalitesi ve sanat değeri olmayan parçalarının en önemli özelliği hangi kültürden, ırktan, dinden, olursan ol 5 ile 10 saniye arasında sizi etkisi altına almasıdır. Hemen kameramı çıkardım ve yol boyunca ekibi sürekli taciz edeek eğlence malzemesi çıkarmaya başladım. Ve inanın hiç uğraşmama gerek kalmadı.

Yol boyunca espriler patlatıp kahkahalar atarak Didim’e gelmiştik. Evi kiraladığımız adamı arayıp adresi detaylı şekilde almak istedim. Ve tanrının ilk müdahaleleri o zaman başladı. O kadar profesyonel hamlelerdi ki (tanrı sonuçta) anlamamamız için ufaktan ufaktan kuruyordu her şeyi. Ev sahibi ile diyalogumuz aynen şu şekilde gelişti:

Ev Sahibi: Alo
Özgür: Merhaba Selim Bey. Ben Özgür, dün evinizi kiralamıştık.
E.S.: Aa evet! Vardınız mı Didim’e?
Ö: Evet. Bende onun için aramıştım. Tam olarak adres neydi.?
E.S.: Tam zamanı şimdi çok güzeldir oralar.
Ö: ???. Evet, hava bayağı güzel, çok sıcak değil! Sizin yazlığın tam adresi neydi?
E.S.: Altınkum taraflarında takılın, oralar daha güzel olur, hareketlidir de.
Ö: ???? Evet. Az çok biliyoruz daha önceden gelmiştik. Ben evin adresini alsam?
E.S.: Ana cadde üzerinde tüm marketleri bulabilirsiniz. Ama B.İ.M daha ucuzdur yiyecekleri oradan alın. Ama alkol satılmaz.
Ö: Selim Bey adresi alsam?
E.S.: Ahh tabi. Nemci Usta Köftecisi'nin karşı sokağı
Ö: Açık adres alırsam daha kolay bulurum sanırım.
E.S.: Merkezde zaten yazlık.
Özgürün İç Sesi: Senin ben ağzına sokayım! Be orospuçocuğu sokak ver, no ver anasını s*ktiğimin oğlunun çocuğu, s*kicem ağzını yüzünü şimdi! Yandan yemiş piçin evladı! G*tüne bacağım girsin! Zihnine tecavüz ettiğiminin piçi!
Ö: Selim Bey, sokak veya cadde ismi verirseniz daha kolay olur.
E.S.: Adrese gerek yok ya. Necmi Usta Köftecisi diyin herkes bilir

Ve takdir edersiniz ki suratına kapattım telefonu. Çağatay evin nerede olduğunu sordu. Bende Necmi Usta Köftecisi’nin karşısında olduğunu söyledim. Tabii ki böylesine saçma bir adres adamı tatmin etmedi ve bana doğru düzgün bi adres olup olmadığını sordu. Adamın inatla sokak ya da cadde belirtmediğini
söyleyince “Niye vermiyor abi?” dedi. “Abi Allah aşkına sür adam arıza” diye yanıtladım. Daha sonra her yabancının yer ararken yapacağı ilk şeyi yaptık: Taksiciye sormak. Uzun bir ana caddenin ardından Didim'in merkezine geldiğimizde bir taksi durağı gördük. Ben arabadan indim, durağa doğru yöneldim ve taksiciye “Necmi Ustanın Köftecisi nerede?” diye sordum. Ne cevap alsam beğenirsiniz sevgili okur? “Öyle bir köfteci yok” dedi adam! Hani “Bilmiyorum” ya da “Şu taraftaydı galiba” falan değil! “Dayı“ dedim, “Sen bilmiyor olabilir misin adresi öyle tarif ettiler” dedim. Ve bir bomba daha patlattı dayı: “Sokağı caddesi yok mu birader?”
“Yok aq işte yok, sokakla cadde ismi vermedi psikopat herif!” demek isterdim ama tabii ki de bir taksiciye, hele ki taksi durağı önünde duran bir taksiciye böyle küfürlü ve artist bir şekilde gider yapamazdım. Zaten yapsaydım büyük ihtimalle şu an bu yazıyı yazamıyor olurdum. Üstelik yanımızda Can da yoktu, ki olsa da taksicilerin meşeden yapılan son derece hafif ve kullanışlı olmakla beraber fizik kuralarını alt üst edercesine yıkıcı ve kırıcı orta boy soparıyla baş edebileceğini hiç sanmıyorum. Neyse ki oradan bir abi çıkıverdi, çıkmaz olaydı piçin evladı. “Ben biliyorum ya şu kavşaktan dönün geldiğiniz yöne doğru bir iki kilometre gidin 2. ışıklar gelecek, oradan sola girin” dedi. Son derece anlaşılır ve net bir adres tarifiydi, inanın hiç şüphelenmedim. Arabaya bindim, “Abi buradan dön geride ikinci ışıklardan sola dönecekmişiz” diye Çağatay'a tarifi aynen verdim. “Çağatay abi zaten merkezdeyiz geride ne işi var?” dedi.

Son derece haklıydı ama adam öyle tarif etmişti. Bir şekilde o tarafa doğru gittik ve otobüs terminaline çıktık. “Be *mına kodumun taksicisi, ulan şimdi tatilde olmayacaktık. Ya da sen şimdi İzmir de olacaktın. Ben o durağın tepesine hepinizi dizip, mahallenin çocuklarına boncuk atan havalı tüfeklerden birer tane verip, 3 bin 5 bin tane boncuk alıp, sabaha kadar sizin orada belanızı siktirtirdim ama şimdi hiç sırası değil” gibisinden son derece sadist eylemler kurgulayıp küfürler ederek merkeze geri döndük. İş başa düşmüştü. Bir şekilde bulacaktık burayı. Elimizde yeterli veri vardı, ev Altınkum plajına yakındı bir kere ve kimsenin bilmediği Necmi Usta’nın Köftecisi’nin karşı sokağındaydı. Çağatay sürekli “Abi şu adamı bir daha arasana” diyordu. Ama ben adamı ararsam, tatilimiz iptal olacaktı. Çünkü ben sülalesinde ne kadar kadın sıfatı varsa elden geçirecektim. Arkadan Yiğit ile Murat buldukları fırsat ile bana sürekli olarak yüklenip itin götüne sokup sokup çıkarıyorlardı. Onlara göre suçlu bendim. Yön duygum yoktu, beyinsizdim, adresi anlamamıştım ve gurur yaptığım için adamı bir daha aramıyordum. Buldukları fırsatı harika değerlendiren bu s*kik ipneler, özellikle de Murat yavşağı kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyordu benimle, ve verdiğim her cevabı da adeta kıvırıp götüme sokuyordu.

Neyse ki az buçuk varoş tipli genç bir çocuk gördüm. İçimden “Lan bilirse bir tek bu bilir, her öğlen köfte ekmek yiyordur bu” diyerekten çocuğa sordum. Eliyle göstererek “Valla birader merkezdeki büyük kapalı çarşıdan sağa girin, 2. sokakta bir köfteci var. Belki orasıdır.” dedi. Gittik ve sonunda meaknı buldum. Gelgelelim Necmi Usta’nın Köftecisi kolpa bir mekânda, dandik bir tabelası olan bildiğin 5. Sınıf bir köfteciydi. Dükkân 50 metrekare ya var ya yoktu. Bu kadar rantı yüksek bir yerde ne arıyordu böyle bir mekân? Daha da önemlisi toprağını s*ktiğimin Didim’inde merkezde büyük, kocaman, devasa bir kapalı çarşı var, bizim evin karşısında kocaman havuzu olan bir bar var, var oğlu var işte. Ama bizim ev sahibi olacak mal “Necmi Usta’nın Köftecisi “ diye tarif ediyor adresi.

Herneyse, evi bulduk ve anahtarı alacağımız teyzeye ücreti ödeyip anahtarı aldık. Şöyle derin bir nefes alıp “Sakin ol” dedim kendi kendime “Evine gir, Emre de gelir birazdan denize gideriz, hiçbir şeyin kalmaz” dedim. Ve kiraladığımız yazlığa doğru hareket etmeye başladık...

Yazan: oZzIiI

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Gotham'ın Kara Şövalyesi ve İzmir'in Kızları

Benim harika bir çocukluğum oldu değerli takipçiler. Turbo ve Sulugöz sakızları, legolar, K-Nex’ler, Pokemon rüyaları, tasolar, bilyeler, hatta gazoz kapakları, hele bir de bütün gün sokakta türlü türlü aksiyonla vakit geçirmek var ki bütün çocukluğum sokakta geçmiştir resmen. Ama bütün o yılları beraber geçirdiğimiz kuzenim Emre dışarıda eğlenmeyi fazla sevmezdi, çünkü ona göre dışarıda yapılacak şeylerin çok daha fazlası evde yapılarak eğlenilebilirdi. Onu evden çıkartamazdım. Ama açıkçası evde eğlenebilmeyi, bir şeyler araştırmayı, sorgulamayı, oynarken bile bir şeyler öğrenmenin mümkün olduğunu ondan öğrenmiştim. Hele ki beraber saatlerce Batman figürleriyle oynayışımız, dünyadan kopardık resmen. Oyunlarımıza senaryolar yazar, Uzakdoğu dövüş filmleri gibi koreografiler kurgular, çizgi romanlarını okur, çizgi filmini takip eder, her karne dönemi yeni bir Batman oyuncağının hayalinin kurardık. Çocukluğumuzun en büyük tutkularından biriydi resmen Batman. Ama aynı tutkunun yıllar sonra bizi Wayne Enterprises Kulesi’nin tepesinden aşağı düşen Joker’e çevirebileceğini nerden bilebilirdik?

Tarih: Ağustos 2008

Ailevi sebeplerden dolayı zor günler geçirdiğim bir dönemdi. Hayatımda hiçbir şeyim doğru düzgün gitmiyor ve zerre para bulamıyordum. İş buluyor ama hemen çıkarılıyor, doğru düzgün sevgili dahi yapamıyordum. Sırf bu yüzden Cristopher Nolan’ın harika senaryosu ile yeniden yarattığı Batman Begins filmini bile s*kten VCD’ime takıp evde izlemek zorunda kalıyordum. Ve aynı dönemde uzun süredir beklenen The Dark Knight gösterime girmişti. Film dünya çapında gişe rekorları kırıyor, haberden habere, kanaldan kanala geziyordu. Çocukluğumuzun kahramanı gene işbaşındaydı ama ben kuzenimi “İşim var!” diyerek oyalayarak para bulmaya çalışıyordum.

Nihayetinde parayı denkleştirebildim ve Emre’ye mesaj attım. Orkide’ye(Şimdiki adıyla Passtel) gitmek için sözleştik. Gece seansına girecektik. Saat 21.00 sıralarıydı yanlış hatırlamıyorsam. Biletlerimizi aldık ve patlamış mısır almak için sinemanın büfesine gittik. Emre büfeye giderken ‘’Oğlum bak buradan bir şey alma, götünde patlar çok pahalı abi gerek yok’’ dedi. Ben insanların bu derece insafsız olacağını zerre tahmin edemeyerek ‘’Abi nolcak bir bakalım belki alırız’’ diye yanıtladım. Birde ne görelim! Büyük boy patlamış mısır + ‘’kutu’’ kola = 11 lira, sadece patlamış mısır ise 5 liraydı. Bir an Amerika Birleşik Devletlerini g*t deliğimde hissettim, resmen elini boxerımdan içeri sokuyordu sanki. Tam kasiyer kız bize emperyalist suratı ile gülümsemek üzereydi ki oradan hızla uzaklaştık.Ben ’’Abi bune ya *mına koyim?!’’ diyerek Emre’nin suratına bakıyor o ise bu kazık kütlesi ile daha önce karşılaştığı için oldukça sakin vaziyette gülümsüyordu. Ama bu Emre’ydi ve onun için mutlaka mantıklı bir çözüm yolu bulunmalıydı. Hiç kimse bizi bu müthiş filme kutu kolasız girmekten alıkoyamazdı. Ve kuzenim her zaman ki gibi bunu da çoktan düşünmüştü. Orkide’nin en altında Migros vardı ve orda kutu kola sadece 90 kuruştu. Hemen aşağıya inmek için asansöre bindik. Bu sırada Emre heyecanla bana bu müthiş Nolan senaryosu içinden spoiler vermeden bir şeyler anlatmaya çalışıyor, hatta manyak ekibimizin filmin patlama sahnesinde kahkahalar attığını söylüyordu(Emre hayvanı bu filme tam 3 kez daha gitmişti ancak mesele film değildi. Benimle birlikte izlemeyi ve kritiğini yapmayı, en az 50 kere bile gitmiş olsa dert etmeden parasını verip gitmeyi, daha önceki o 50 sefere tercih edebilirdi. Kardeşlik böyle bir şeydi işte).

Her neyse, güzel bir yaz akşamıydı ve İzmir’in mükemmel güzellikteki kızları caddeleri dolduruyor, önümüzden bütün sempatikliği, o tatlı sesleri ile konuşarak geçiyor ve bizi Rock’n Coke çadırı dikmeye zorluyorlardı. Ben, Emre ve Can hızla Migros’a girip kolalarımızı aldık ve güvenlik görevlisi fark etmesin diye benim çantama doldurduk. Dikkat ettiyseniz yazım çok uzun süredir huzur,sevgi,barış ve kardeşlik içinde ilerliyor.Henüz başımıza bir dert açılmadı. Bu yüzden yüce yaratıcının dikkatini çekmemiz uzun sürmedi. O yüzden içimizden ufak bir adrenalin geçmesini bize kâfi gördü.

Yaklaşık on dakika önce aynı metal sensörlü kapıdan, kotumun bel kısmında takılı 50 santimlik metal zincir ile geçmiş olmama rağmen sesini çıkarmayan kapı, içinde kutu kola olan çantamla geçmek istediğim an avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Güvenlik görevlisi benden çantamı açmamı istedi. Açınca sanki elmas hırsızlığı yapıyormuşçasına gerildik. Emre gerilince bende gerildim ve aniden ‘’Abi yukarda kutu kola çok pahalı bir kutu kolaya 4 liramı verelim?’’dedim. Adam bize acıyıp geçmemize izin verdi ve hemen yukarıya çıkıp emperyalist suratlı kasiyer karıdan zafer kazanmışçasına ‘’Sadece patlamış mısır’’ diyerek mısırlarımızı aldık ve filmimize girdik.

Film verdiğimiz paranın her kuruşunu hak ediyor, zaman su gibi akıp geçiyordu. Derken ara verildi. Işıklar yandığı an kuzenime bakıp ‘’Vay *mına koyum birader bu ne ya?’’ dedim ve o an nasıl olduysa girişte fark edemediğim şeyleri gördüm. Tam üç sıra önümde mola vermek için ayağa kalkan birbirinden güzel, birbirinden taş üç tane hatun gördüm. Hemen kuzeni dürttüm ve kızlar salondan çıkana kadar bizde oturduğumuz yerde göz banyomuzu yaptık. ’’Abi nasıl?’’ diye sordum. Emre’nin yüz ifadesinden beğendiğini kestirebilmiştim. Mola bitmeden birkaç dakika önce İzmir’in şanına yaraşır güzellikteki bu kızlar biz onları konuşurken onlarda kendi aralarında konuşa konuşa salona geri geldiler. Tam o sırada grubun en fazla hatun götüren adamlarından biri olarak kuzenim bana yaptığı film kıyağına karşılık ona hatun kıyağı yapmak için kızla göz teması bekliyordum. Herşeyin bu derece iyi gittiği bir gecede böylesi tatlı kızlarla göz teması bile bize Martini içiyormuş gibi keyif veriyordu. Ve kız dönerken bir an bana baktı. Benim ona baktığımı fark etti ve ben ona gülümseyip göz kırptım. Kız ise utanarak sırtını döndü ve yerine oturdu. Film başladığı anda ‘’Abi kızlarla kontak kurdum rahat ol’’ dedim Emre’ye. Ve çok geçmeden verdiğim işarete olumlu yanıt geldi. İş attığım kız her zaman ki salak doğasına yenik düştü ve yanındaki kızla bir şeyler konuşarak kıkırdamaya, 5-10 dakikada bir arkalarına dönüp bize bakmaya başladılar. Birbirinden karizmatik ve entelektüel gözüken bu erkek grubuyla kontak kurmak için can atıyorlardı, ama ibne Can’ın bundan hiç haberi yoktu. Lakin yaratıcının sazı eline alması fazla uzun sürmedi. Bu kez direk olarak bizden birini rezil etmek yerine uzaktan halletmeye karar vermişti.

Nihayetinde bu sanat harikası film de sona erdi. Yaratıcının planlarından bir haber olduğumuz için her şey sorunsuz gidiyor gibiydi. Sanat aşkımıza ve egomuza nokta koymak için bu güzel kızların birkaç tatlı ve telefon numaraları yeterliydi bizim için.Kafamı önüme çevirip kızlara baktım.Ceketlerini alırken bile bize bakıyorlardı.Onların yanına gitmek ve tanışmak için adımımı attığımda anda yaratıcının şen kahkahaları ile süslenmiş bir ses geldi o tatlı kızın dudakları arasından:’’E ben filmden hiçbir şey anlamadııım???’’

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.3 saattir Hollywood tarihinin en sağlam senaryolarından birine sahip The Dark Knight’tan kız h-i-ç-b-i-r-ş-e-y anlamamıştı. Böyle bir fiziğin içine beyin yerleştirmeyi unutmuş olamazdı yaratıcı! İçimden koca bir ‘HAY *MINA KOYİM!’’ çığlığı atarak kızlara suratımı çevirdim ve hızla salondan çıktım. O sırada Emre bana ‘’Oğlum niye tanışmadın kızlarla hani tanışacaktın? ‘’ dedi ve ben kuzenime duyduğumu söyledim. Aynı tepki kuzenimden de geldi. Evrenin üst katlarında kahkahalar kopuyordu ve bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.Hevesimiz kursağımızda kursağımız ise götümüze kaçmış vaziyette evlerimizim yolunu tuttuk…

KoSF ekibinin bütün evren düzenine karşı kullanabildiği en büyük silahı, başına ne gelirse gelsin “Cliff gitti Metallica bitti abi!’’ gibi basit esprilerle başlayıp paralel evrenlerde süren, ardından da uzaylıların emici dokusuna kadar gelebilen bir boş muhabbet yeteneğiyle kısa sürede eski haline dönebilmesidir. Nitekim öyle de oldu ve ekip biraz boş muhabbet, biraz film kritiği bolca da kızların götleri hakkında muhabbet yaparak kendi kaderlerine dağıldı. Bir kez daha Batman hayatımıza unutulmaz bir damga vurmuştu.

Kıymetli okurlar, eğer benzer olaylar sizlerin de başından geçiyorsa direniştensiniz demektir!

Ralf bildirdi, tamam!

Yazan: RALF
Edit: knighTeen87

Not: Bu olaya Emre'nin kendi açısından yaklaşımını yakında kendi blog'unda bulabilirsiniz

15 Mayıs 2011 Pazar

Tatil Günlükleri#1: Hamam Sefası

Tarih: 15 Ağustos 2010

Şu hayatta yapabileceğiniz en mantıklı hareket yazın sahil kenarındaki bir yazlıkta yaşamaktır. Eğer yapabiliyorsan 3 ayını da orada geçireceksin arkadaş! İşte o zaman harika bir hayatın var derim. Geçtiğimiz 2010 yazını tıpkı bu şekilde bol bol yazlık mekânlarda geçirdiğim için oldukça keyifliydi. Kâh staj yaptığım haber ajansının magazin haberleri için sık sık Çeşme’de, kâh ara sıra takıldığım ismi lazım değil bir kız arkadaşla dinlenmek(?!) için onların yazlığında, bir de o yaz tanıştığım bir başka hatunun Alaçatı’daki harika yazlıklarında (içki ve yiyecek, sınırsız ve bedava olmak üzere bir üzerine …) bolca vakit geçirdim. Fakat hepsini bir yana sevgili okur, KoSF ekibi ile Didim’de sadece beş günlüğüne tuttuğumuz iki katlı yazlıkta eğlendiğim kadar hiçbir yerde eğlenmedim.

İlk önce şunu belirtelim ki Emre olmasa, bizi yatırıp s*kseler hatta kaldırıp dikseler böyle bir tatil planıyla asla uğraşmazdık. Yani 2009 ve 2010 yazlarında yaptığımız harika tatilleri ona borçluyuz. Hatta bu son tatil için Emre ile ben kalacağımız evi ayarlarken bu yavşaklardan bir tanesi bile gelmemişti. Ben de Emre’ye “Abi kişi başı 70 değil 90 diyelim yavşaklara, aq oh 100 lira bizim” demiştim. Emre ise her zaman ki gibi iyi niyetinden kaybetmişti. “ Yok abi, gerek yok” diyordu. Her neyse, yine tüm yıl boyunca Emre’nin türlü çabaları, uğraşları ve bazen Muhammed’i, İsa’yı ve bilumum bilgeyi kıskandıracak seviyedeki sabrı sayesinde ekip tatil için hazırlanmıştı. Akşamına kutsal mekân Sardunyas’ta son kritikleri yapıyorduk. Ben yine yedi erkek tatile gidip aynı evde kalmanın süper ibnesel bir şey olduğundan bahsederken Emre, “Seni bir s*kerim boş otobüste ayakta giderisin” bakışıyla beni 1 mili saniyede susturuyordu”. Gülüyorduk eğleniyorduk derken Ersen’in evimin her santimetre karesine kusmadan önceki esintinin benzeri bir esinti ile ürpermiştim. Telefonum çalıyordu. Baktım yumruk atma hikâyesinin başkahramanı Murat arıyordu. Hani böyle başınıza gelecekleri önceden hissedersinizde bir şey yapamazsınız ve onları yok sayarsınız ya, o ruh hali içinde açtım telefonu. “Özgür ben yola çıktım birader” dedi Murat. “Tamam birader sen gel yarın akşam bizdeyiz, sabah Çağatay bizi alacak” diye yanıtladım. “Tamam ama ben de fazla para yok. Sorun çıktı 200 lira ile geliyorum” diyerek bombayı patlattı…

YARAABBİİİİM SEN BÜYÜÜKSÜN YAARRABBİM SEN GÖRÜRSÜN”… Evet, aynen Orhan Baba’nın bu şarkısı beynimin içinde çalıyordu. Sadece “Tamam birader gel sen ayarlarız” diyebildim. Ve telefonu kapattım.

Evet sevgili okur, Murat’ın en büyük özelliklerinden biriside beni maddi olarak düzenli aralıklarla s*kmesidir. Yanlış anlamayın ha, kendisinin cimrilikle de uzaktan alakası yoktur. Cebindeki parayı her zaman ortaya koyar. Ama diyoruz ya bu ekipteki çeşitli gizemler var diye, biriside aynen bu işte! Murat beni hep bu konuda s*kmiştir.

Her neyse, planımız basitti. Çağatay (gözünü sevdiğim arkadaşım, sürekli işe yarıyor. Boşuna 10 yıldır bu adamla arkadaşlık yapmıyorum ben) daha sadece 1-2 ay çalıştığı şirketten dolayı hemen ona verilmiş araba ile sabahın köründe bize gelecek ve ekibi alacaktı. Böylece zaten fakirlikten kırılacak olan biz yol parasını ucuza kapatacaktık. Gerçi ben normal binek bir otomobille 6 kişi tatile gitme taraftarı değildim ki akabinde Emre’nin annesi ile özel otomobille yola çıkma tartışmasında her zaman ki gibi kazanan annesi olmuştu ve Emre otobüs ile gelecekti. Can ise yine kalacağı bir sınav için yüzünden rötarlı gelecekti. Can tam dört senedir Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği’nin 1. Sınıfında okuyordu. Şahsen ben girip de güzel geçtiğini söylediği bir sınav, bir ders görmedim. Ha yok yanlış anlamayın, karı kız dalgasına fırsat bulamama gibi bir durum değil bu. Ama benim için de zerre önemli değildi ve sonuçta araba beş kişilikti ve biz beş kişi gidecektik. Keyiflenmiştim. Ve sıradaki planımı devreye sokabilirdim.

“Ya beyler tatile gitmeden şöyle bir hamama gidip temizlensek ya lan” dedim. Hemen gözümü bu konuda ilk destek alacağım adam olan Murat’a çevirdim. Bu ekipte herkesin kimyasının çok benzediği biri elbet vardır. Murat da aynı benim gibi varoş ortamlarda büyümüştü. Bu yüzden de bu tarz bir dalgaya balıklama atlayacaktı. Ve beklediğim gibi de oldu. “ Abi süper olur bende güzelce temizlenirim” diyerek desteğini sundu. Zaten hiçbir zaman böyle bir beklenti içine girmediğim Emre ve Çağatay “Hayır”ı yapıştırdı. Her ne kadar çok zeki olsalar da bir türlü yıkamadığım bazı ön yargıları her zaman olmuştur bu ikilinin. Neyse ki böyle egzotik olaylara her zaman balıklama atlayacak olan Can da “Aab ben de geliyorum” dedi. Hâlbuki yarın sınavı vardı. Ve annesi ile gireceği korkunç tartışma zerre s*kinde değildi. Can’ın annesi ile yaptığı akıl almaz sözlü tartışmalar Can için zihinsel birer dayanıklılık antrenmanı halini almıştır. Ama hakkını vermeliyim ki annesi bu konuda harikadır. Belirli bir politika izlemeseniz sizi psikolojik olarak yerin dibine gömer ve geri çıkartıp zorla dört sene arkeoloji okutur. Ve üstüne “Dört sene önce yerin dibine gömdüğümde ne vardı detaylıca anlat bakalım?” diye de sorar. Yiğit de genel olarak bir araya gelebildiğinizde uyumlu bir adamdır. Ondan da evet cevabını aldım. Ersen’i kesinlikle hamam işine bulaştırmak istemiyordum. Daha önceki felaketten sonra sürekli Ersen’e baktığımda kafası kırılmış ve gözü parmaklanmış şekilde görüyordum çünkü. Tüm bunlardan ziyade az dayanıklı fiziksel yapısı sauna ortamında eriyerek ve ya tellağın elinde tüm kemikleri kırılarak ölümle sonuçlanabilirdi.

Muhabbet sohbet bize gittik ve gerekli şeyleri alıp hamama doğru yola çıktık. Yolda patlattığımız esprilerle hamam öncesi ısınmamızı yapmıştık. Bizim semtteki Ali Baba isimli son derece nezih ve temiz hamama vardık ve içeriye girdik. Ersen daha hamamın locasındaki sıcaktan etkilenmeye başlamıştı. Odalara girip soyunduk, ardından peştamalları geçirdik. Tabi ki ekipte peştamal bağlama konusundaki uzmanlığı mı göstermek için can atıyordum ve herkesin peştamallarını bir güzel elden geçirdim. Lakin keşke bunu yapmasaydım. Hepsinin bir dal taşak kalma durumu olabilirdi.

Hamam sefasının en iyi özelliği saunasıdır. Hemen ekibi ilk olarak saunaya soktum. Yiğit ile ben tecrübelerimizden aşina olduğumuz için çok yadırgamadık ama Murat’ı ve Can’ı orada görmeliydiniz kıymetli okur. Murat’ın gözleri büyümüş, dudakları çekmiş, boğazı kilitlenmişti. “Özgür senin *mına koyayım, hemen çıkalım buradan. Lan yanardağın üstüne oturduk olum, sanayi kazanı gibi kaynıyor burası aq” diye haykırdı

Ve Murat inatla susmuyordu. Zaten kendisi bu gibi panik, sinir ve şaşkınlık durumlarında “sanayi kazanı” , “yanardağın üstüne oturmak” ve benzeri milyon tane benzetme ile her zaman sizi kahkaha krizine sokabilme yeteneğine sahiptir. Can ise suratındaki garip gülümseme ile “Aab ben burayı çok sevdim, kalırım ben burada” diyordu. Bıraksanız orada yaşayabilirdi. Ama zaten vücudundaki yağ oranı %8 olan bir adam olduğu için saunada kalmasının hiçbir anlamı yoktu. 3-4 dakika durup kirlerini yumuşatıp çıksa yeterdi. Ben tabii ki de bunu Can’a söylemedim yoksa inat edip orda ölmesi işten bile değildi. Murat dayanamayıp kendini dışarı attı ve Can’ı zar zor ikna edip dışarı çıkardıktan sonra Yiğit ile 10 dakika daha saunada muhabbet ettik. Daha sonra da havuza ve duşa girdik. Şimdiyse sıra en civcivli yere gelmişti. Hemen dört tane tellakla keseleme için anlaştım. Yiğit ile benim tellağım son derece şanslıydı. Ama Murat ve Can2ı keseleyen adamlar tellaklık kariyeri boyunca karşılaşmadıkları biz manzara ile karşılaşacaklardı. Eğer ki o sırada bir Marvel ve ya DC Comic çalışanı hamamda olsaydı kesinlikle Can ve Murat üzerinden “Two Dirty Man” diye yeni bir seri yaratabilirlerdi. Çünkü Can ve Murat’ın üzerinden çıkan kir, o dağ gibi tellakları korkudan yerin dibine sokmaya yeterdi.

Artık anamızdan çıktığımız andaki kadar temizdik. Ve hepimiz aptal aptal sırıtıyorduk. Murat’la ben hamam girmeden önce tartılmıştık ve çıktığımızda abartmıyorum Murat 2,5 kilo, ben ise 1,5 kilo daha hafiftim. Temizliğin verdiği mutluluk suratlarımızdan gitmiyor, gidemiyordu. Bu şekilde gülmeye alışkın olmayan yüz kaslarımız öylece kalakalmıştı. Tam o anda sadece İzmir’de olanların yaşayabileceği ve hamamdan sonra yapmayanları idam etseler sonuna kadar destekleyeceğim harikayı gördüm:“HUZUR GAZOZ”. Karşımdaki dolapta buz gibi gözümün içine bakıyordu. Hemen herkese birer tane açtım. Dünyanın bu en güzel asitli içeceğinin adını adam bilmişti de koymuştu sanki. Aldığımız her yudum bizim bambaşka evrenlere götürüyor, resmen bir aydınlanma yaşıyorduk. Ama her güzel şeyin bir sonu vardı işte. Hesap ödemeye gittik ve orda nedense ortalık karıştı. Her zaman ki çakallığımı kullanarak bu karışıklığı biraz daha gazladım ve normal miktarın 20-30 lira daha azını ödeyerek hamamdan çıktık. Ve büyük tatil öncesi bizim eve uyumaya gittik. Mübarek tatil daha başlamadan coşmuştu...

To be continued...

Yazan: oZzIiI


4 Mayıs 2011 Çarşamba

Galactica Phantom'un Düşüşü

KoSF ekibinin bugüne kadar başına ne geldiyse KoSF ekibi olmaktan geldi. Biz bu dünya için çok fazla üstün insanlar oldukça ilahi bir güç bizim birleşmemizi istemiyor ve hep acımasız aksilikler yaratıyordu doğal dengeyi sağlamak için. Zaten bu blog’un oluşmasının asıl sebebi de budur. Son derece tehlikeli olan bu bireyler; yan yana geldiklerindeyse düz yolda yürürken bir yere takılıp düşme olasılığı yüzde doksanlara fırlayan tipler haline geliyorlar ilginç biçimde. Evet, biz KoSF ekibiyiz. Bendeniz Ralf blogspot’taki ikinci yazım ile yeni bir sıçışın magnum reklamı gibi zevkli anlarına götüreceğim sizleri...

Tarih: 20 Ağustos 2010

Her şey ekibimizin Didim’de tatil yapmak için bir yazlık kiralaması ile başladı, ki bu iki senedir geleneksel hale getirdiğimiz bir eğlencedir. Ben arkadaşa kaptırdığım para yüzünden zor anlar geçirsem de Özgür’e fazla yüklenmemeye çalışarak tatile geldim. Her şey son derece güzeldi. Ben, Emre, Ersen, Yiğit, Can, Özgür ve Çağatay; kısacası ekibi oluşturan kemik kadro(Özgür o zamanlar Ersen’in kusmuk tabancasına dönüştüğü olaydan sonra kemik kadroda olmasının tek sebebinin Emre’nin hatırı olduğuna iyice inanmaya başlamıştı) hep beraber geceleri çılgınca poker partileri veriyor, Can’ın içip içip insanoğlunun gelmiş geçmiş en yüce varlığı olduğunu ilan edişini ve hepimizi açık açık s*kişini kameraya alıyor, yandaki süper büyük göğüslü ve aynı derecede kro almancı karı ve onun iki taş gibi kızının(biri kızı diğeri kardeşinin kızı) evde 7 erkek kaldığımızı görmesiyle içimize düşüşünü izliyor(Karı sürekli göğüs dekoltesi giyip bizim önümüzde inatla eğiliyordu) ve etraftaki yazlıklardan aynı evde 7 tane genç erkeğin kalışını yadırgayan gözlerle izleyen site sakinlerinin ‘’İpnemi lan bunlar?’’ bakışlarına maruz kalıyorduk. Hatta Özgür’ün alışveriş merkezi gözetmeksizin arakladığı malzemeleri bile fütursuzca yiyor, kısacası tatilimizin keyfini sonuna kadar çıkartıyorduk.

Ben arkadaşlarımı aylardır görmüyor olmama rağmen hiçbir şey değişmediğini rahatlıkla anlıyordum. Değişen tek şey Çağatay’ın ehliyet almış ve oldukça sağlam bir şekilde araba kullanıyor olmasıydı. Daha geldiğimiz andan itibaren amansız bir savaşa başlayıp birbirimizi s*kertme telaşına girmeye başladık. Fütursuzca sokulan laflar, kimisinin güldüğü kimisinin “Hay *mına koyim senin!” dediği espriler, yan komşunun memelerinin dinozor t*şağı(En irisinden) gibi olduğunu bağıra bağıra anlatmalar, vs, ekipte resmen klasik KoSF rüzgârları esiyordu. Ben ise bu olanları bir bir izliyor daha tatilimizin ilk gününde her şeyin mükemmel başladığını düşünüyordum. Bu tatilde de büyük bombalar patlayacağı açıkça ortadaydı.

Bir akşam hep beraber Didim’in sahiline gezmeye çıktık. Daha kapıdan çıkar çıkmaz eve porno star fiziğindeki karıları yarım saate getirebileceğimizi iddia etmeye başlamıştık. Evet, belki bir erkeğin bunu yapabilme gücü vardı ama bizim ne Aston Martin’imiz, ne Maserati’miz, ne de Mercedes’imiz vardı. Hepimizde birer çift orijinal pazar malı parmak arası terlik ve ellerimizde bir paket çiğdem vardı yalnızca. Ve biz umutlarımızı zerre yitirmiyorduk, umut fakirin ekmeğiydi çünkü. İnanın “Olum bak bu gece çok sağlam bir hatun düşer yeminle” diye kaç kere söylediğimizi saymanın imkânı yoktur.

Sahil yoluna ilerlerken Didim’in etrafını sarmış olan zengin İngiliz amcalara ‘’Şuna bak *mına kodumun yavşağı, adamlarda para var birader bütün Didim’i almış ipneler!’’ diye küfrediyor, sonra yine o İngiliz amcaların kızlarına ‘’Olum şunu s*ksek var ya 3 ay oruç tutarız aq’’ diyecek kadar yüzsüz şekilde gezintimizin keyfini çıkartıyorduk. Parmak arası pazar malı terliklerimizi keyifle yere sürtüyor ve hala bu gece karı düşürebileceğimize inanıyorduk inatla. On dakika kadar sonra sahile vardık. Daha geldiğimiz andan itibaren kendimi kaybetmiştim. Etraf cennet gibiydi. Göz alabildiğine güzel Türk ve İngiliz kızları vardı. Şehvetle bu göz banyosunun içinde kendimizi kaybediyorduk, hatta ben kendime geldiğimde ekipten konuşan hiç kimse yoktu, bütün ekip susmuştu. Etrafa bakmaktan resmen benliğimizi yitirmiştik. Biri ayağını uzatıp çelme takmaya kalksa hiçbirimizin sonu 10 dikişten aşağı değildi Gardırop Fuat gibi. İlerledik, ilerledik, karılara baktık, kendimize hakim olduk ve ne görelim!!! YÜZYILIN İCADI!!! YUMRUK MAKİNESİ!!!

Ekipte boy olarak en kısalarından biri benimdir. Ancak bu güne kadar ekibimizde yumruk atma makinesinde beni geçebilen kimse olmadı sevgili okurlar. En yakın rakibime bile 50 puan fark çakabiliyordum. Dövüş sanatlarına ruhunu vermiş olan Can’ın bile Shotokhan yumruğu benim Galactica Phantom’um yanında hiç kalıyordu. Hatta Can sırf bu yüzden bile beni kendine(benden habersiz biçimde) rival seçmiş olabilir. Bunu sadece tanrı bilir…

Can her zamanki gibi kollarının hiç oynatmadan yürüyor, suratında ifadesizlikle dosdoğru yumruk makinesine ilerliyordu. “Hadi lan birer tane çakalım” dedim. Anlaştık ve hep beraber oraya gittik. Ekibin içersindeki müthiş şöhretimden dolayı herkes bu konuda bana güveniyordu. Kadınlı çocuklu bir sürü insan, hatta genç kızlar bile bu makinenin etrafında toplanmış, yumruk atanları izliyordu. Her tipten de insanlar vardı ha! Gerçekten çok sağlam vuranlar da vardı, sadece bir kaç karı kız olur da beni görür, belki yumruk atışımdan etkilenir, bu gece yatağa atarım(böyle bir fikre inanmaları gerçekten çok acı ama umut işte) diye gelen de vardı. Jeton almaya gittik, elimi cebime attım ve tabiî ki param yoktu. Can ‘’Ben alırım aab! Bi tane” dedi ve alıp geldi. Biraz bekledikten sonra sıra bize gelmişti, Can 2 tane vuracak, en sonda da ben vuracaktım. Can onca kalabalığın ortasında klasik karate duruşunu aldı ve bir uzak doğu dövüş sanatları ustası edasıyla yumruğunu çaktı. Ama ne var ki ortalama bir puan elde etmişti. İkincisinde de aynı disiplin ve ciddiyetle yapıştırdı. Ne yazık ki yine orta, hatta belki düşük sayılabilecek bir puan elde etmişti. Nihayetinde sıra bana geldi. Arkamda Emre’nin Yiğit’e söylediği şu lafı duydum:”Aha şimdi Murat s*kecek torbayı!”. Duruşumu alıp bekledim ve konsantre olmaya çalıştım, en sonunda da BÜTÜN GÜCÜMLE VURDUM!!!

Herkes durdu. Bir an bütün kalabalık olduğu gibi sustu. Ben yumruğu salladığım anda kulaklarımda “PAAT!”diye bir ses duymuş olmam gerekirken yalnızca “Pırrp” diye bir ses duyabilmiştim. Ve hayır, osurmamıştım da. Peki ne oldu dersiniz? Kum torbasını ıskalamıştım! Evet, bildiğiniz eşeksel torbayı ıskaladım. Yumruğum kum torbasının kenarındaki dikişlere sürterek “Pırrp” etmişti ve koca torbayı sadece sıyırıp geçmişti. Bunun olduğuna inanmak istemiyordum. Hayatımda böyle bir şey ilk kez başıma geliyordu. Biri beni yerin dibine sokup s*kseydi de şu olay olmasaydı keşke! Ekibimizin hatun düşürme hayalleri belki benim yumruğumdan sonra bir nebze olsa da artacaktı. Ama ben o hayali alıp bütün ekibimin götüne sokmuştum. Tam anlamıyla bir faciaydı.

Scoreboard’a baktığımda yazan puan şuydu ‘’005’’. Evet bildiğiniz 5 tam puan almıştım, ama 1000 üzerinden! Az önce millet 980’leri zorlarken ben sadece 5 puan almıştım. Millete vuruş gücüne göre makinenin yanında ağır sıklet boks şampiyonu, dövüşçü gibi resimler yanarken bana emekleyen bir bebek resmi yanıyordu. Şok oldum. Hemen kafamı aşağı doğru eğdim. Çok basit bir hata yapmıştım. Yumruk atmak için Can’ın arkasında sıramı beklerken o çekildiğinde kum torbasına vurmak için aradaki mesafeyi hesaba katmamıştım. Resmen kum torbasına bir buçuk metre geri duruyordum.900 puanı rahatlıkla alabileceğim yumruğu boşa sallamıştım ama artık geri dönüşü yoktu. Kalabalık arasında gülmeler başladı. İnsanlar 005 puan aldığım için beni çılgınca alkışlıyorlardı. O sırada arkadaşlarıma döndüm tepkileri ve surat ifadelerini görebilmek için. Bütün bu olanlara hiç aldırış etmemeye çalışırken ne göreyim! Ekip ortada yoktu! Pezevenk KoSF ekibi, tarihinde hiçbir arkadaşının ezilmesine zerre acımadığı gibi bana da acımamıştı. KoSF mafya gibiydi, bir kere girdin mi bir daha asla çıkış yoktu. Bütün ekip ellerini cebine sokmuş kafaları kıpkırmızı olmuş şekilde gülerek olay yerinde 10 metre uzaklaşmışlardı çoktan. Ben onlara yaklaştıkça daha da hızlı ilerliyorlardı.

İlahi güç KoSF ekibi tarihinde sonunda bana da ulaşmayı başarmıştı. Ama şunu anlamıyordum. En az 200 kişinin izlediğin bir ortamda ilahi gücün bana bunu yapmasını hazmedemiyordum. Ancak bu sırada yavşak KoSF ekibi DAHA DA hızla yürüyor ve yetişmemi kesinlikle istemiyordu. Yiğit gülmekten bu süreç boyunca tek bir yorum bile yapamamıştı. O esnada yanıma KoSF ekibindeki ilahi lanetten bir türlü kurtulamayan Ersen geldi ve “Abi boşver ya olur böyle şeyler” dedi. Ersen’in bu söylediği lafı kendi lanetine üzüntüsünden mi yoksa erdemli olmasından mıdır bilinmez ”Acını paylaşıyorum abi” olarak algılayıp oradan ışık hızıyla uzaklaştık. Benim için çokta önemli bir mesele değildi, çünkü kendime ispat edecek hiçbir şeyim yoktu. Daha önce defalarca ellerine verdiğim yumruk gücüm orda resmen kendi götüme girmişti. Ama bu KoSF ekibiydi, kendi başındaki laneti gözetmeksizin ekipten birinin başına geliyor oluşunu doğal seleksiyon gibi karşılıyor ve ölümüne gülüyordu pezevenkler.

Eve geldiğimizde bir bira açmak için sabırsızlanıyordum. Hemen poker masasını kurup biramızı yudumlamaya başladık. Lanetin tıpkı bir ses dalgası gibi yavaş yavaş üstünden kalktığını hissediyordum. İlahi güç benle yeterince eğlenmişti. Her şey normale dönüyordu. Çünkü Ersen gene sürekli yeniliyordu. Özgür sırayla millete laf sokuyordu. Emre dikkatli bir şekilde kartlarını oynuyordu. Bense elime döper geldiği anda bütün elimi belli ederek “Rest” diyordum. Yiğit her zamanki gibi insanların dikkatsizce söylediği lafların içinden bir şeyler çıkartıp gülüyordu. Çağatay’da içip içip oyun sırasında “Emre birazdan ayılacağım ben, sarhoş değilim zaten” diyordu. Poker keyfimizin ortasında BangBros yıldızı milf yan komşu muhabbetimizi bölüyor, göğüs çatalı şov yaparcasına dekoltesinin üstüne eğilerek böldüğü oyunumuza zaman zaman dâhil oluyor ve sözlerinin derinliklerinde “Yedinizin de arasına girmek istiyorum” mesajını belli ediyordu. İlahı gücün tam olarak beni serbest bıraktığını Can sayesinde anladım. Kendisi üst kata çıkmış telefonda sevgilisine Duygusal Rör’ler atıyordu. Ve sesi can çekişerek öldürülen köpek yavrusu gibi geliyordu: “Ama aşkım ÖRÖRÖRÖRÖRÖOOUV!!!!”…

Yazan: RALF

Not: Olayın gerçek videosuna buradan ulaşabilirsiniz